Bir Zamanlar Bozcaada

Yazar : Onno PALUYAN
Konu : Turizm

Yönetmenliğini Zeki Ökten’in üstlendiği, başrollerini Zeki Alasya, Metin Akpınar, Yıldız Kenter gibi usta oyuncuların paylaştığı 2000 yapımı “Güle Güle” filmini seyretmem ile adaya olan merakım başladı.

Tonlarca ağırlıktaki feribot motorlarını çalıştırdığında ardında bıraktığı beyaz köpükleri seyre koyuldum. Usul usul limandan ayrılırken yeni bir yer keşfedecek olmanın heyecanı içimi sarmıştı. Ege Denizi’nin masmavi sularında süzülür gibi ilerlerken anakara gittikçe uzaklaşıyordu. İçerisinde bulunan birkaç araba ve az sayıdaki yolcusu ile varış noktamıza doğru hareket ediyorduk. Denizin ortasında çorak tepeleri ile boz bir ada görünmeye başladığında heyecanım daha da artmıştı. 2000 yılının Ağustos ayında Bozcaada'ya yaptığım bu ilk yolculuğun hayatımda yeni bir başlangıca gebe olduğundan tamamen habersizdim.

Yönetmenliğini Zeki Ökten’in üstlendiği, başrollerini Zeki Alasya, Metin Akpınar, Yıldız Kenter gibi usta oyuncuların paylaştığı 2000 yapımı “Güle Güle” filmini seyretmem ile adaya olan merakım başladı. Filmde vurgulanan arkadaşlık, dostluk ve komşuluk bağlarının çok kuvvetli olması, konusunun Bozcaada’da geçmesi ve filmin baştan sonra insanın içini ısıtıyor olması bu ziyareti planlamamın ana sebeplerini oluşturuyordu. 

Henüz yerli turist tarafından keşfedilmemiş, popülerlik ile yakından uzaktan alakası olmayan bu adaya feribot ile yaklaşırken gözüme ilk çarpan boz renkli tepeleri ile neden bu ismi hak ettiğini anlamak oldu. İskelenin hemen yanında duran heybetli kalesi, daracık sokakları, eski Rum evleri ve üzüm bağları ile bana el değmemiş, kendi halinde bir yaşamın kapılarını aralıyordu. 

Gündüzleri bağ ve bahçelerde çalışıp akşamları meydanda bulunan çay bahçesinde toplanan yerel halkın arasına karışıyor olmak, onlarla birlikte haber, dizi veya maç izlemek her şeyin ne kadar doğal olduğunu gösteriyordu. Geceliği 7 TL olan birkaç pansiyon, sahil boyunca sıralanan birkaç balık restoranı ve ziyaretçilerine sonsuz dinginlik vadediyordu. 

Herkesin birbirine tam güvendiği, hatta bu güven sayesinde gece bile kapılarını açık uyuyan cana yakın halkı, İstanbul karmaşasından sonra ilaç gibi geliyordu. Bakkallarda ev yapımı şaraplar rafları süslerken, durmadan esen deli rüzgârında çavuş üzümünün kokusu saklıydı. Akşamları sokaklarda peşinize takılan zararsız köpekler, miskin kediler ve rüzgârın sessiz uğultusu hâkimdi. Tüm bunları görünce insan Homeros’un şu sözüne onay vermeden geçemiyordu: “Tanrı, insanlar uzun ömürlü olsunlar diye Bozcaada’yı yaratmış”.

Türkiye’nin Ege Denizi’ndeki iki adasından biri olan Bozcaada, aynı zamanda ülkenin köyü olmayan tek ilçesidir. Geyikli’den kalkan feribotlar ile yaklaşık 35 dakikalık yolculuk sonrası adaya ulaşmak mümkün. Eski adı Tenedos (Tenes’in adası) olan Bozcaada’ya yaz aylarında Çanakkale’nin köylerinden bağlarda çalışmak için gelen Türkler, zaman içinde adaya yerleşip adada hâlihazırda var olan Rum nüfus ile uyum içinde yaşamaya başlamışlar. Dostluk ve kardeşlik o kadar bakiymiş ki; Madam Maria’nın yaptığı domates reçelini Ali Usta’nın ada mayasıyla harmanladığı ekmeğe sürüp yerlermiş. Yorgo Amca’nın yaptığı ev şarabının yanında Reis Kaptan’ın yakaladığı barbunlar kızartılırmış. Adada bulunan kiliseye ne kadar saygı varsa camiye de o kadar değer kıymet biçilirmiş. Paskalya’da ne kadar fazla çörek dağıtılırsa Ramazan Bayramı’nda o kadar fazla şeker toplanırmış. İnsanların birbirini kırmadığı, anakaradan uzak küçücük bir ada üzerinde her iki halk da huzur içinde yaşamını sürdürürmüş.

Günümüzde altında çay bahçesi bulunan çınar ağacının oradan Bozcaada’yı ikiye bölen bir dere geçermiş. Derenin sağ tarafı Rum Mahallesi, sol tarafı ise Türk Mahallesi olarak alınırmış. Ada halkının sohbetleri, sevinçleri, üzüntüleri bu ağaç altında yaşanırmış. Meydanda bulunan bu çınar ağacı her iki halkın kardeşçe yaşamasına yüzyıllar boyunca tanıklık etmiş. 

Gel zaman git zaman mübadele ile adada bulunan Rum nüfusu ciddi oranda azalınca, Rumlar evlerini terk edip Yunanistan’a göçmüşler. Yıllar boyunca beraber yaşamaya alışan halk, işte o zaman ayrı gayrı düşmüş. Adada bulunan Rum nüfusu gün geçtikçe azalmış ancak adetler hiçbir zaman değişmemiş. Türkler, Rumlardan öğrendikleri bağcılığı devam ettirip dünyaca ünlü Bozcaada şaraplarını üretmeye devam etmişler. Adanın simgelerinden biri olan domates reçeline incir, portakal ve nar gibi başka çeşitler de eklenerek ününe ün katmaya devam etmiş. 

Ada aşıklarından olan Ata Demirer, Feridun Düzağaç gibi isimler çektikleri filmler veya kliplerle adanın ismini çok daha büyük kitlelere ulaştırmayı başarmışlar. O zamanlardan itibaren hızlı bir yükselişe geçen Bozcaada’da her bina pansiyon veya otele, her dükkan cafe veya restorana dönüşür olmuş. Yaz sezonunda İstanbul ve İzmir gibi büyük şehirlerden gelen yerli turistlerin akınına uğramış. Turizmden para kazanmanın getirmiş olduğu cazibe yerli halkı işin kolayına kaçırmış. Eskiden çeşit çeşit üretilen Bozcaada şarapları turizm ile birlikte; bağcılığa verilen önemin azalması, bağcılığın daha zahmetli olması, vergilerin yüksek olması gibi nedenlerden ötürü gün geçtikçe azalmaya başlamış. Bağ evlerinin de otele dönmesi ile bağcılık büyük bir darbe daha yemiş.

İmar izninin çok kısıtlı olduğu ada bayram dönemlerinde kapasitesinin çok üzerinde ziyaretçi ağırlamaya başladığında adada ekmek bile bulunamaz olmuş. Uzun feribot kuyrukları, yer bulunamayan ve rezervasyon kabul etmeyen meyhaneler, fiyatta Bodrum ve Çeşme otelleriyle yarışan butik işletmeler, sigara izmaritleri ve pet şişe dolu plajlar o bakir Bozcaada’nın güzelliğine gölge düşürmeye başlamış. Eskiden gün batımı için adanın batı ucundaki rüzgar güllerinin altında gezinip, Polente Feneri’nin kenarında oturup gün batımını izleyen halk; şimdi hemen yan tarafında bulunan tepeyi hıncahınç doldurur olmuş. Zaman içinde kurvaziyer gemiler ile yapılan anlaşmalar sonucu adanın kapıları yabancı turistlere de açılır olmuş. Böyle bir güzelliği tüm dünyaya duyurmanın zamanı gelmiş de geçiyormuş.  

Türkiye’nin dört bir yanı antik kentleri, doğal güzellikleri ve kültürel varlıkları ile turizm potansiyeli taşıyor. Bozcaada da bu güzelliklerin başında geliyor. Ancak turizm her zaman her ulaştığı yere %100 pozitif bir etki bırakamıyor. Pahalı olmak, popüler olmak anlamına gelmiyor. Bozcaada’da bulunan yerel halkın adada gelişen turizmle paralel doğrultuda eğitilmesi, turizm sezonunun sadece yaz aylarıyla sınırlı kalmayıp tüm yıla yayılması, ada halkının yüzyıllar boyunca devam eden geleneklerine sonuna kadar sahip çıkması ve her şeyden önemlisi adayı ziyaret edecek olan herkesin eğer tekrar gitmek istiyorsa adaya sahip çıkması gerekiyor. İşte bu şartlar tamamlandığında Bozcaada sadece Türkiye’nin değil dünyanın ilgisini çeken önemli destinasyonlardan biri haline gelecektir. Mikonos ve Santorini gibi dünyaca ünlü adalardan çok daha fazlasına sahip olan Bozcaada’yı yüceltmek yerel yönetimlerle beraber Turizm Bakanlığı’na ve halka düşüyor. 

İlk ziyaret ettiğim 2000 yılından sonra 17 yıl boyunca her yaz en az iki kez gittiğim Bozcaada hakkındaki kaygılarımın temelinde adaya olan bağlılığım yatıyor. Çok daha fazlasını en iyi şekilde hak ettiğini düşündüğüm adaya gereken değerin bir an önce verilmesini umuyorum. Ege Denizi’ndeki önemli destinasyonlarımızdan biri olan Bozcaada’yı hep birlikte korumamız gerekiyor.

Bu arada eğer siz de o eski Bozcaada’yı görmek, biraz da olsa o eski sakinliği yaşamak istiyorsanız size tavsiyem Eylül sonu Ekim başında adaya kısa bir ziyaret yapmanız. İşte o zaman yoğun geçen turizm sezonundan çıkan yerel halkla beraber oturup sohbet edebilir, dertlerini dinleyebilir hatta belki hep beraber çay bahçesindeki televizyondan dizi bile izleyebilirsiniz.

Dünya üzerinde yaşayan herkesin bir adası vardır derler; benimki kesinlikle Bozcaada!

 

Cesaret Yoldaşınız, Dünya Rotanız Olsun!