Hillbrow'un İnce Kitabı

Yazar : Ozan DURMAZ

Güney Afrika Cumhuriyeti bayrağının renklerini taşıyan, eski model bir Toyota minibüs ile Afrika'nın bir köşesinden dönüyorduk.

Roodepoort savanasında öğle üzeriydi. Yol kenarındaki starliçelerin kavuniçi renginde güneş, asfaltı eritiyor, şerit çizgilerine ya da ilerideki kızıl renkli toprak tepelere bakmaya çalışan gözleri rahatsız ediyordu. Şehir merkezine giden yolun köşesindeki büyük maun ağacından sarkan yaşlıca bir dal, dönüş yapan araçların içine doğru sarkıp çıkıyor, anayasa gereğince hiçbir ırk ayrımı yapmadan, adeta her arabadan bilet kesiyordu. Güney Afrika Cumhuriyeti bayrağının renklerini taşıyan, eski model bir Toyota minibüs ile Afrika'nın bir köşesinden dönüyorduk. Vincent'ın trafik ışıklarını takip eden siyah, irice burnu önümüzde yol gösteriyor ve onun tam solunda, ön cama dayalı soluk renkli termostan ılık bir çayın son damlaları, kumaşı aşınmış koltuğa düşmek için gayret gösteriyordu.

Kıvrıla kıvrıla ilerliyor, sağ arka lastikten arada gelen tıkırtılara aldırmadan terliyorduk. Sıcak havada yol boyunca sütlü çay içmiştik. Elbette biraz da Amarula. Telefondan yola çıkarken videosunu izlediğimiz Marula ağacının meyvesini yiyince çöküp kalan fillerden pek farkımız kalmamıştı. Herbert koltuğa iyice çökmüş, kapağında "Jozi'nin Tehlikeli Sokaklarında" yazan ince bir kitabı okuyordu. Sanırım, kendisini tedirgin ederek uykuya yenik düşmemeye çalışıyordu. Kapıları tamamen kilitli ve camları yalnızca birer parmak aralıklı - ki daha sonra şoförümüz Vincent onları da kapatmamızı isteyecekti - aracımız ile bir safari parkından dönüyorduk. Başımızın üzerinden sırasıyla; insan boyunu rahatlıkla aşan duvarlar, pembe beyaz bulutlar ve onların üzerinden de elektrikli teller geçiyordu. Parktan çevre yoluna bağlanan otoyoldaki trafiği atlatmak için Roodepoort üzerinde olta iğnesi şeklinde bir yay çizmek zorunda kalmıştık.  Herbert, benim git gide şehir efsanesi olduğunu düşünmeye başladığım, Jozi'nin yerel tehlikelerinden birini ıskalamak istemiyordu. Ancak plan, tehlikeye yakalanmak asla değil, sadece endişe verici küçük bir ziyaretti. Her ne kadar göz boyayan önlemleriyle şehir yeterince tehlikeli gözükse de, hiçbir olay ile karşılaşmamış olmamız benim içimi rahatlatıyordu. Yine de Herbert ile dün gece otel odasında sayısını çoktan unutmuş olduğum Castle biralarımızı içerken anlaşmıştık. Ben, bu anlaşmayı hatırlayacağımdan emin olsam da, Herbert için aynı şeyi söylemek ertesi gün pek mümkün olamayabilecek gibi gözüküyordu. Bu nedenle sohbet ederken oyalanmak için üzerine adımı yazdığım sigaraların birinin üzerine küçük bir not düştüm: Manfred, Manfred, Manfred, boş Castle şişesi üzerine yemin, arka tarafında: Herbert ve Manfred, sonraki sigara tekinde yine; Manfred...

Vincent büyük kollarını sırasıyla iki yana açarak iki kadının dikildiği sapaktan bizi daha dar bir yolun ağzına doğru döndürdü ve sonra gülümsedi. Keskin yüzü gevşeyip, mimikleri yavaşladı. Adamın ağız boşluğuna mor ışıklar doldu. Kızıl suratı ve çilleriyle şişman bir günebakan gibi sırıtan Herbert'ın ise şaşklınlıkla yüzü gerildi, ardından suratı karardı, çünkü yol boyunca sağlı sollu açmış jakaranda ağaçları eflatun beyaz kollarıyla sokağı tümüyle donatmıştı. Yol boyunca çeşitli yerlerde tek başına görünce bile hayran kaldığımız ağaçlar, göğe asılmış lavanta tarlaları gibi duruyor, yol kenarında sarı turuncu tulumlarıyla siyahi yol işçilerinin yürüyüşlerinde mosmor çiçekler yolun bir kenarından diğerine uçuşuyordu. Biz kafamızı tamamen geriye yaslamış, ağaçların büyüsü altından kendimizden geçmek üzereyken Vincent bizi, bunun bir Hillbrow akşamından önce görebileceğimiz son güzel şey olduğunu söyledi. Herbert semtin adını duyunca koltuğunda doğruldu ve yanına düşmüş kitabından hızlı şekilde bir kaç sayfa geriye çevirdi, kafasını kaldırmadan, umutsuzca - ve anlaşmamızın aksine - sorusunu yineledi: "Hey Vincent, biraz oyalansak ve gece gitsek olmaz mı? Şehir merkezi sonuçta, öyle değil mi?" Vincent, kırmızı ışığın boşluğundan faydalanıp eğildi ve yarısından çoğu boşalıp koltuğunun altına yuvarlanmış Amarula şişesini çekip aldı, arkaya uzattı: "Bundan bana bir şişe ısmarlar mısın? Dolusundan?" "Elbette!" dedi Herbert, heyecanla oturduğu yerde zıplayıp, elindeki çakmağı keyifle çaktı. Elimde beklettiğim, üzerinde anlaşma metninin yer aldığı sigara dalını dudaklarına uzattım. Gözlerinin ucuyla yazılanları okuyup yüzünü ekşitmesi ile çakmağın sönmesi bir oldu. Tekrar çakmaya çalıştı çakmağı, olmadı, kısa süre sadece gaz sesi duyuldu, sonra durdu, sessizliğe yenildi Herbert.

Bir başka sokağa döndüğümüzde ise, artık şehir merkezinin eskiyemeye yüz tutmuş, yüksekçe binaları gözüküyordu. Apartheid döneminde beyazlar için ekonomik ve sosyal cazibe merkezi olan bulvarlar, sokaklar şimdi çok değişmişti. Semt; karanlık köşelerinden bir anda birkaç kişinin çıkıp rahatlıkla silah soygun yapabildiği, kullanılmayan ve çöp taşan binaların sokak çetelerince işgal edilip, fakir halka çok kötü şartlardaki odaların, borç senetleri ile kiralandığı, metruk bir semt haline gelmişti. Şehrin can alıcı merkezi, aydınlık görünümlü bir karanlıktan, karanlık görünümlü bir çılgınlığa evrilmişti. Altın ve pırlanta madenlerinin pahalı ve güvenli gölgesinde Hillbrow, artık hırsızların, keşlerin, evsizlerin, kanun kaçaklarının, gazete ilanlarında yer bulan yerel büyücülerin ve dolandırıcıların, çoğu Afrika'nın başka ülkelerinden gelen meteliksiz göçmenlerin izbesi olmuştu. Mandela'nın eski banliyö mahallesi Soweto, onun evi ve mezarı ile sosyal ve turistik bir merkez olmuşken, yetmişlerden sonra şehir merkezinde yeni bir Soweto doğmuştu. Ben, radyodaki saçma sapan melodili yeni nesil Kwaito şarkısıyla sağa sola sallanan Vincent ve elindeki kitabın sayfalarına gömülmüş, önceki hayatında kendini bir Sowetolu sandığından emin olduğum Herbert ile birlikte, Herbert'ın bu önceki yaşamına gidiyorduk.

Semt girişinde bizi önce ampulü patlamış sokak lambaları, sonra devrilmiş market arabaları, çöp poşetleri arasında yatan bir iki adam ve sokakların esintili uğultusu karşıladı. İtiraf etmeliyim ki, bu anda ben de koltukta biraz gergin ve dik oturduğumu fark ettim. Aklıma geldiği gibi kafamı çevirip Herbert'a baktım. Herbert hızla giden arabadan kafasını çıkartmış, heyecanla sağa sola bakan köpekler gibi dili dışarıda Hillbrow rüzgarını yalıyordu. Yanmayan çakmağının yerine geçercesine parlayan gözleri ile sanki Vincent'ın yolunu aydınlatıyordu. Onu omzundan tutup aracın içine çekmeye çalıştıysam da omzunu silkip elimden kurtuldu. "Anlaşmamıza olan sadakatin beni kalan Amarula'yı elinden almaya itiriyor dostum, böyle bir semtte pencereden sarkmaya bu kadar da hevesli olmamalısın bence." diyerek elimi tekrar omzuna yerleştirdim. Vincent hızlıca bir kavşağı dönüp, bizi kapkaranlık bir sokağa sokarken adeta Herbert'a destek veriyor gibi hareket ediyordu. Sonra bir an yüzlerimizi görmek için arkasına gülümseyerek döndüğünü anımsıyorum. İlk anda bize gücenip bana destek vereceğini düşünmüştüm. Vincent, Herbert'i eleştirir gibi "Adam kural, kanun tanımıyor" dedi, gülümsedi. Tek eliyle arabayı sürüyor, diğer elini ise anlatısının dehşetine paralel olarak yüzüme doğru savuruyordu.

Gerilmiştim ve tam Vincent'ın elini tutup, bizi hızlıca otele götürmesini söyleyecektim ki, onun o kocaman, kara burnunun ortasında, o geniş yüzünü, hatta şehrin göğünü doldurup yırtan bir silah sesi patladı. Gözlerimin baktığı yeri hiç değiştirmeden, gayri ihtiyari Herbert'ın yakasını tutup sertçe çektim. Herbert, gömleğinin yakası yırtılarak koltuğa ve başı kucağıma yuvarlanmıştı. O yattığı yerden ben ise bir süredir Vincent'ın yüzüne bakıyorduk. Vincent'ın gözleri büyümüştü, ancak hala gülümsüyordu. Kötü bir espri yapılmış ve ortamın tadı kaçmış gibi bir hal vardı ve hepimiz göz gözeydik. İkinci bir el silah sesi duyuldu. Bir şimşek çaktı, gök yırtıldı. Hillbrow'da yatağına ilk uzananlar yataklarından kalktı. Uzaklarda, çok uzaklarda sanki bir polis arabasının cılız sireni duyuldu. Vincent "Bomm!" diye yüzlerimize bağırıp bir kahkaha patlattı, önüne dönüp keyfinin şiddetiyle elini dizine vurdu ve kafasını aracın tavanına doğru kaldırıp daha güçlü bir sesle bir kere daha haykırdı: "Buum, boooom!" Kahkahasının sonuna doğru pencere camını indirerek, şehrin yeni başlayan yağmurunda, bir paraleldeki sokağın köşesinde bekleyen adama doğru bir el işareti yaptı. Gri kapüşonlu ceketiyle, ne kadar zamandır orada beklediğini bilmediğim bir adam, bulunduğu sokağın karanlığına karıştı. 

- Bu neydi şimdi, Vincent?!?

- Çok iyi değil miydi!? Vuu huu! Gerçekten çok iyiydi! Adrenalin tavan yapıyor değil mi patron? İnsan etkileniyor! Bu benim dostum, James. İyi adamdır ama en az herkes kadar aç...

- Bir dakika, bir dakika nasıl yani Vincent, bu, bu adam senin arkadaşın mı?

- Evet, elbette, Herbert biraz heyecan arıyordu ve sen de pek ses çıkartmıyor gibiydin, siz turistler buraya zaten hep çeşitli heyecanlar yaşamak için gelmiyor musunuz? Ama James bunu iyi başardı değil mi? Onun için bir kaç Rand verebileceğinizi düşünüyorum...

- Vincent sen manyak mısın, adam şehrin ortasında bizim için mi ateş etti? Bu delilik! Biri vurulabilirdi, olay büyüyebilirdi! Polis buraya geliyor olmalı, sen delirdin mi Vincent!?

- Ben mi ? Ben mi deliyim patron? Ya da sahip mi demeliyim?

Bak, beni iyi dinle şimdi, gerçekten... Siz buraya çok uzaklardan bir uçakla geldiniz, niceleri gibi. Buraya gelince o sağlam paralarınızla bizim paramızdan aldınız ve kendinizi o an buranın kralı ilan ettiniz. Öyle değil mi? Bir çok şey çok çok daha ucuz olmalı ülkenizdekine göre? Bu nedenle de istediğiniz şeyi yapabilirsiniz, değil mi? Bir şoför tutup, istediğiniz yere oradan oraya gidebilir, safariler yapabilir, kafeslere kapattığınız aslanları sevip, onların çürümeye yüz tutmuş halleriyle eğlenebilir, ülkenize döndüğünüzde göstermek üzere, uyuşturulmuş yavru çitaları sevip, onlarla fotoğraf çektirebilir, hayatta kalabilmek için birbiriyle en yükseğe zıplamak için yarışan Springbok antiloplarına karşı duyarlılık gösterebilirsiniz. Sonra? Dün akşam yemeğinde ne yedin Manfred?

- Antilop

- Ah, antilop, yeterince yükseğe zıplayamamış mıydı Manfred?

  - ...

- Ah, evet. Dün akşam yemeğinde antilop yiyip şimdi duyarlı mı oluyorsun Manfred? İşte siz Apartheid dönemi sonrasında, o şanlı demokrasinizle bize de böyle duyarlı yaklaşmıştınız! Ne değişti? Bizim yasaklı olduğumuz saatlerde, biraları doldurduğunuz ciplerinize binip, Hillbrow ve çevresinde siyahi avına çıkacak kadar duyarlı! Öyle değil mi, Manfred? Şimdi ne değişti? Dün Hillbrow'da neysek bugün Sandton'da oyuz. Dün Soweto neyse, bugün Hillbrow o. Soweto'yu kendinize mal ettiniz, acılarımızın üzerine kurulmuş bir eğlence! Yakında bizi Hillbrow'dan da süreceksiniz, belki de yine ava çıkarsınız, değil mi Manfred? Şu eğlenceli hali dağılmış kızıl dostun Herbert'ın suratına bakar mısın? Sence de döndüğünde bu yaşadıklarını dahi, iştahla anlatıp, hayranlıkla dinleyici bulmayacak mı? Şimdi sana tekrar sormak istiyorum, hey Herbert sen söyle dostum, eğlenceli değil miydi, eğlenmedin mi?

Hillbrow çıkışında bir sokağın karanlığında, yırtık döşemesi süt kokan bir minibüs duruyordu. Yanından hızla geçen polis arabalarının gürültülü sireninde iki terli adam arka koltukta oturuyor, ayaklarının dibinde boş şişeler dönüyordu. İkisi de donup kalmıştı, biri diğerinin kucağında yatıyordu. Vincent bir süre önce önüne dönmüş, gözlerini kapatmış, sakinleşmiş, gelecek komutu bekliyordu. Arka koltuktan bir ses gelmeyince, arabayı çalıştırıp, ağır ağır semtten ayrıldı.

Otel yolunda ağır ağır giderlerken Johannesburg'a gece çöküyordu. Şimdi Sandton civarındaki yüksek binaların, korumalı ve güvenlikli evlerin, bakımlı sokakların arasından geçiyorlar, camda kurumuş yağmur damlası izlerinde donuk yüzleriyle dışarıyı izliyorlardı. Otele yaklaşırken Herbert yattığı yerde uyumuştu. Hillbrow'la birlikte içlerindeki çocuk arsızlığı, nesillere yayılmış şımarıklığın suratlarına bir tokat gibi patladığını, içlerinin sönümlendiğini hissettiler. En azından şimdilik, belki bir sürelik...

Manfred, otele yaklaştıklarında, Herbert'ı uyandırmadan önce, Vincent'ın kulağına eğildi ve sordu: 

- Peki, sen neden bizi öldürüp gasp etmedin? Bu hiç aklından geçmedi mi?

- Hayır. Şimdilik o kadar aç değilim patron.

- Şimdilik demek...

 

Üzerinde siyah, yeşil, beyaz renkler taşıyan eskice bir minibüs, elektrikli tellerin kapattığı kapıların açılmasıyla, lüks bir otelin önüne yanaştı. İçinden, önce gözleri uykudan hafifçe şişmiş, kızıl sakallı, elinde ince bir kitapla, yalpalayan bir adam, arkasından, düşünceli yüzüyle naifçe gülümseyen bir başka adam daha indi. Otelin bina kapıları ve bahçe kapıları aynı anda açıldı.

Minibüsün ön camına mosmor bir Jakaranda çiçeği düşüp yapıştı. Bütün adamlar karanlığa karıştı.