Ronda Güneşi Altında

Yazar : Ozan DURMAZ

Paola ilkbahar güneşine karşı oturuyordu. Çıplak ayakları zamanın eskitemediği taşların sıcağını çekiyordu.

Paola ilkbahar güneşine karşı oturuyordu. Çıplak ayakları zamanın eskitemediği taşların sıcağını çekiyordu. Büyük palmiye ağacının gölgesi yüzüne vuruyor, yanı başındaki taştan havuzda sular şıkırdıyordu. Sular taşıp ayaklarını, kalçasını ılıtıyordu.

Parmaklarının hemen ucundaki uçurumdan aşağıda yer alan engin zeytinlikler etrafında bir okyanus gibi uzanıyordu. İri kayaların üzerine tanrının eliyle kondurulmuş gibi duran bu evde, eşsiz manzara karşısında başı dönüyor, kendisini sallantının ortasındaki bir kayıkta gibi hissediyordu. Etrafında rengarenk aslanağzı çiçekleri, papaz kalpakları, alev yapraklı kolyoz çiçekleri, mis kokulu portakal ağaçları yazı bekliyor, henüz kabuklarının içinde tanelenen Hicaz narının mor yeşil rengi, şimdiden Paola'ya mayhoş bir tat hissini belli belirsiz anımsatıyordu. 

Uzun düzlüklerin ortasında sipsivri yükselen kent; Ronda, güneşin altında bir mızrak gibi ışıldıyordu. Endülüs'ün bozkır sarısı, zeytinin yeşiline burada kavuşuyor olsa da, üst üste yığılmış kaya tepelerinin sırtında, Ortaçağ'dan kalma bina öbeklerini el ele tutuşturan taş köprüsüyle bu kent, yapayalnız ve sadece kendine sarılıyor gibi gözüküyordu. Oysa balkonlardan sardunyaların alttaki evlere sarktığı, teraslardaki gölge duvar diplerine dikilmiş gülhatmilerin bir üst terastaki komşulara açtığı şehrin, bu romantik var oluşuna karşı gelmeye çalışan öğlen sıcağı, şimdi kentlileri susturmuştu.

Uzaklardan, Flamenko tınısıyla bir gitar duyuluyordu. Paola, sırtını geriye vererek oturduğu gölgelikten hafifçe öne eğildi. Aşağıda, evine gelen sokağın ısısından cansız adım uzaklaşan kahverengi bir at dışında bir şey göremedi. Garipleşti, içi ezildi, kafasını soluna, yukarı doğru çevirip, köprünün diğer tarafındaki taraçalara bakınca, beyaz gömlekli bir adam gözüne ilişti. Adam, otel taraçasının tam ortasında oturmuş, yarım bağdaş kurmuştu. Paola sadece bunu gördüğü için bile, o anda fazladan terlediğini fark etti. Elini gözlerinin üzerine siper edip tekrar dikkatle baktı, adamın gözleri kapalıydı ya da o öyle olduğunu düşündü. Gitarı çok yavaşça çalıyor, hemen arkasına düşen selvi ağacı gölgesinin dışında kalıyordu. Paola, adamın uzun süredir orada olduğunu böylelikle fark etti. Yabancı olmalı diye düşündü, hem Flamenko ritmini tam tutturamıyor, hem de Ronda sıcağından daha önce hiç nasibini almadığı belli olacak şekilde güneşin alnı kabağında inatla oturuyordu. Turisttir, belki de gelip geçen, seyahat eden genç bir öğrencidir diye düşündü...

Tam o anda gitar sesi durdu.  Kentin diğer tarafında Amerikalı genç psikoloji öğrencisi Frank Ronald'ın başına güneş geçmek üzereydi ve saatlerdir karşı taraçadaki, nar kırmızısı elbiseli orta yaşlı kadın kendisini fark etsin diye gitarı elinden bırakmıyordu. Alnından terler burnuna, kucağına damlıyordu fakat o, hayatını dua etmeye adamış rahipler gibi saatlerdir çalıyordu. Ter gözlerini yaktığı için çoğunlukla gözleri kapalıydı, arada yanması pahasına onları kısarak açıp karşıya bakıyor, kadının oralı olmadığını fark edince devam ediyordu. Başlangıçta selvinin gölgesinin altındaydı ve kadının onu duymaması onu öylesine kırbaçlıyor, daha hızlı çalmasına, tellerden daha çok ses çıkartmasına neden oluyordu ancak vakit geçtikçe yorulmuş, güneşte kalmıştı. Vazgeçmemişti, hala çalıyordu. Okulda hiç kendisine öğretilmemiş zorlukta bir psikolojik teste tabi olduğu kesindi fakat bu noktaya nasıl gelmişti? 

Genç Frank, okulun son senesinde uzun zamandır hayalini kurduğu Avrupa seyahati için sonunda para biriktirebilmişti. Bunun için bir dönemi feda etmesi gerektiğini biliyordu fakat bunu yapacaktı, kararını çok önce vermişti, dahası aynı seyahati yapmak isteyen bir kaç kişilik bir grup ile temasa geçip, onlara iştirak etmeyi seçmişti. Böylece yolun en azından bir kısmında hem yalnız kalmayacak, hem de keyifli ve uzun bir tatil seyahati yapabilecekti. 

Frank, uzun süredir gitar çalıyordu ve Avrupa'daki çeşitli yerel halk müziği türlerinden en çok ilgisini çeken şüphesiz hep Flamenko olmuştu. Yola çıkalı günler olmuştu, tatilin sonu geliyordu oysa Frank hala Avrupa kıtasını terk etmeden, tam istediği gibi bir gitar tecrübesi yaşayamamıştı. Bu nedenle aslında Ronda, ne grubun ne de kendinin planında olmasa da, bir tanıtım broşüründe Hemingway'in, Orson Welles'in Ronda'sını ve kentte özel bir Flamenko gecesi yapılacağını görünce kendisini kolayca ikna etti. Ekip ise son bir kaç günde Malaga'da kalıp, dönüş öncesi günlerde tatilinin sonunu dinlenerek ve sahilde vakit geçirerek değerlendirmek istiyordu. 

Genç adam bu nedenle tek başına Ronda'ya, gitar gecesine gitmeyi seçti. İşte ne olduysa, o gece oldu. Kapkara siyah saçları dalgalı, naif kırmızı dudaklı, huşu ile düşünmekten kendini alamadığı bu kadın, yaşça kendisinden biraz büyük olduğunu fark etmiş olsa da, Frank'in Flamenko gecesini, hoş kokusu, alımlı duruşu ile yerle bir etmişti. Adını bile bilmediği bu kadını dinleti süresince ilahlaştırıp kafasına kazıdı. Öyle ki, sürekli yan gözle, fark ettirmemeye çalışarak, gecenin sonuna dek ona bakmaya çalıştı. Kadın, tam yanında oturduğu için kibarca ellerine, bacaklarına ancak bakabiliyordu. Parmağında yüzük göremedi. Dönüp onunla konuşmak istedi, bir merhaba diyebilirdi. Frank rahat ve girişken bir gençti fakat sanki çarpılmıştı. Kalbi öylesine çarpıyordu ki, kendine geldiğinde bedenini bilinç dışı bir şekilde kadının peşinden kentin irili ufaklı yolları ve dar sokaklarında ilerlerken buldu. Bembeyaz kireç duvarlar arasında fark edilmemek için özel bir özen gösteriyordu. Gecenin karanlığında dalgalı siyah saçların bir evin büyük tahta kapısından içeriye süzüldüğünü hissetti, büyük bir yalnızlık üzerine çöktü. Ağırlaştı. Kaldığı otelin kapısına zor vardı. Odasına girip yatacak oldu, unutabilirdi, bir gecelik heves ne olacak, hem yaşı da büyük diye düşündü. Hava sıcaktı, İspanyol yazının çağıldayan gecesine cırcır böcekleri serenat yapıyor, onu yatağa değil taraçaya çağırıyordu. Dayanamadı, açık havaya çıkıp gerindi ve sonra bir anda kasılıp kaldı. Ruhunun ağırlıyla sallanarak otele dönerken fark etmemişti fakat kadının evi, kentin diğer yakasında ve tam karşıdaydı. Tekrar baktı, gecenin karanlığında gözünü ovuşturup dikkatle baktı. Evet, bu ev o evdi. Evin yapısına, kayalar üzerinde yükselişine baktı, palmiye ağaçlı taraçayı inceledi, emindi. Fakat ne yapabilirdi ki? Bir merhaba bile diyememişti...

Frank, iyi bir öğrenciydi. Bir kez okulda, bir derste görmüştü, sesler ile psikolojik yönlendirme, hatırlatma yapmak mümkündü. Belki Frank de kendisini böyle hatırlatabilirdi. Aşk sarhoşu Frank'in kafası da derin bir sarhoşluk içinde gibiydi fakat sonra aklına bir fikir daha geldi, hızla çantasına yönelip tanıtım broşürünü buldu. Arasından dinleti broşürünü çekip aldı ve içinden gece çalınan şarkılara baktı. Neredeyse hiçbirini bilmiyorum deyip broşürü savuracaktı ki, bir tanesini çok önceden bir kaç kez çalmış olduğunu fark etti. Gitarını eline alıp, sabaha kadar hatırlamaya ve akıcı bir şekilde çalmaya çalışacağına o an adeta ant içti. İlkin pek başarılı olamıyor gibiydi, resepsiyondan bir şarap istedi. Tekrar tekrar çaldı. Sabaha karşı artık gerçekten sarhoştu. Şarkının çoğunu çıkartmıştı, yine de arada tekliyor, bazen yanlış çalıyor, bazı akorları olması gerektiğinden farklı basıyordu. Sıkılınca şarabı ve gitarı alıp otelin taraçasına çıktı, gün doğruyordu. Çalmaya, denemeye dur durak demeden devam etti, sabah da devrildi...

Frank Ronald'ın başında şimdi büyük bir ağrı vardı ve başı dönüyordu. Gözlerini kısarak açmak artık pek fayda etmiyordu, açıkken gözlerinin önünde karaltılar oluşmaya başlamıştı ki, adını bilmediği kadının oturduğu yerden biraz eğilmiş kendine bakıyor olduğunu fark etti. Durdu. Çalamıyordu. Çalması gereken tek an buydu ama olmuyordu. Öğlen olmuştu. Kadının elbisesi biraz açılmıştı sanki, kalçası mı görülüyordu? Frank'in kafası ağırlaşıyordu. Düş mü görüyordu? Ne kadar güzel bir kadın diye düşündü tekrar, sonra istemsiz, kendini geriye doğru bıraktı. Gitarı elinden ayrılıp, gürültülü bir sesle düştü.

Paola karşı taraçada küçük bir çığlık koparttı. Sonra daha yüksek sesle bir çığlık daha. Yan komşusu Renata hemen balkona koşup, Paolo'ya seslendi. 

Paola, iki yıldır taş evde yalnız yaşıyordu. Kocası bir fabrikada mühendisti. Paola'yı ölesiye seviyordu. Her yoğun gününün sonunda, eve dönüş yolunda geceyi köprüden geçirip, koşar adım eve dönüp, Paola'nın koynuna uzanırdı. Gelirken yanında Güney İspanya'nın bordo renkli enfes  üzümlerinden nefis bir şarabı eksik etmezdi. Paola kadar olmasa da, şaraba da oldukça düşkündü. "Babası bağcıymış" demişti bir gün Paola Renata'ya, açık havada yan yana Churro'larını sabah çikolatalarına batırırlarken. Yan evde oturan hemşire kadın Renata, neden böyle çok içtiğini sorduğunda ise, "Küçük bir bağda üzümler arasında büyümüş. Hasat iyi çıkmayınca, babası bazen içip sinirini ondan ve annesinden çıkartırmış, hırpalarmış, zor şartlarda yaşamışlar. Şarabın sonu gelince bazen biraz ağlar, anlatır geçmişi. Bitmez babasıyla meselesi, bitmeyecek. Fakat hem sever hem de küfür eder ona. Sonra biliyorsun neşelenir, güleriz. Yaz akşamında köprüye bakıp şarkı söyleriz. Duyuyorsun ya yandan, seni de rahatsız ediyoruz, biliyorum, kızmayın bize Renata..." demişti. Renata'nın gözleri dolu dolu olmuş, sadece mesleğinin verdiği alışıla gelmişlik sayesinde "Böyle içmeye devam ederse sağlığına zarar verecek" diyebilmişti.

Akşam olunca, Paola'nın kocası geçmişi ile kendisi arasında gidip gelir, kendini hayatın içinden geçirip evine ulaşmaya çalışırken, bazen bir şarabı açıp içerek gelir, hatta kapıya geldiğinde çakırkeyif bile olurdu. Paola onu kucaklardı. Sonra uzun yaz akşamlarında taraçada sere serpe yatarlardı iki sarhoş, yan yana. Bazen ağlaşarak, bazen gülüşerek uyuyakalıp, sabah taraçada uyandıkları sıklıkla olurdu. Baktılar git gide içer oluyorlar, Paola kocasını uyarır, bir süre şaraba ara verirlerdi. Yine böyle bir kararın verildiği geceyi takip eden günde, fabrikada babasının ölüm haberini alan kocası, gün ortasında işten çıkıp akşama kadar içti. Eve gitme saatinin gelip geçtiğini fark etmemiş, Paola'yı meraklandırmıştı. Paola, ilkin evin kapısına yalpalayarak gelen kocasıyla tartışmıştı. Sonra durumu öğrenip üzülünce, kocası şişeyi taraçadan kayalara atmış, Paola'ya sarılmıştı. Birlikte hiç ayrılmamaya, aralarına sevgilerinden başka hiçbir şeyin girmemesi gerektiği üzerine yeminler etmişlerdi. İlk defa biri sarhoş, biri ayık evin kapalı duvarları içinde uyumuşlar, terli uyanmışlardı. Ertesi gün, kocası işe gidiyorum diye çıkıp yakındaki bağlara gitmiş, üzümler arasına yatıp onların isli parlaklığında çocukluğunu okşamıştı. Akşam olup yanında götürdüğü şarap şişeleri boşalınca, Paola'nın yine meraklanacağı korkusuyla, koşar adım eve giderken, kahverengi, cansız bir at görmüştü yolda. Binmiş tepesine, hızlı gelmek için cılız ayı boyuna mahmuzlamış da mahmuzlamıştı. Köprüden can havliyle ateş gibi geçen at, huysuzlanmış, adamı üzerinden savurmuştu. Adam baş üstü yere çakılınca orada canını bırakmıştı. Paola bir daha ne kahverengi atlara, ne de akşamleyin köprünün manzarasına bakabildi.

Paola olabildiğince gündüzleri taraçada geçirip, geceleri içeri çekilir oldu. Kentin etrafındaki at çiftliklerinin yanından dahi geçerken aylarca gözlerini kapattı. Önceleri yaz akşamlarının sıcağında taraçaya çıkıyordu fakat kocasını özleyip kendini şişelerce şarap içmeye verdikçe, hüznün ve mevsimin sıcağıyla üzerindekileri çıkararak uyuduğu geceler oldu. Bu durum pek hoş karşılanmadı. Bu nedenle Paola akşamları kendini dışarıda ya da evin içinde oyalayacak bir şeyler bulur, akşamları taraçaya çıkmazdı. Bazı akşamlar Renata, kocası ve çocuklarla birlikte yemek yer, eve uyumaya dönerdi. Bazen de kentin ufalıp genişleyen sokaklarında saçlarını savurarak gecenin karanlığında dolanır, sokak sokak o karanlık köprüden kaçıp yüzünü aya çevirir, parlak ayı izlerdi. Kentte olan her hangi bir toplantıyı, konseri kaçırmamaya çalışır, birçoğuna giderdi. O gece, dinletide, yanına oturan genç adamın kendi için heyecanlandığını fark etmiş, inceden gülümsemiş fakat hiçbir şey belli etmemişti. Gençliğini, kocasının gençliğini, birlikteliklerinin ilk ve güzel zamanlarını, Flamenko'nun hülyalı tınısına bırakmış, sonra da sokakları dolanarak evine gitmişti.

Paola, karşı oteli düzlüğünde yatan beyaz gömlekli genç adama bakıyor, soğuk soğuk terliyordu. Renata terini siliyor ve onu bir sakinleştirici alması için ikna etmeye çalışıyordu. Paola; "Gördüm" dedi. "Sabah o kahverengi atın benden kaçtığını... Gözüme bile bakamadı Renata!" Gergindi, için için çırpınıyor, kendini suçlu hissediyor gibiydi; "Sonra da bu çocuk, orada güneşin altında, bana bakınca öylece düşüverdi" Renata aldırmaması gerektiğini, bunun sadece kötü bir rastlantı olduğunu defalarca söylese de, Paola ikna olmadı. "Gidip bakmalıyız Renata, sen hemşiresin, bir şey olacak çocuğa, bak fark etmedi bile kimse, orada öylece yatıyor işte, bunu tekrar yaşamak istemiyorum Renata." 

Paola kolundan çekiştire çekiştire Renata'yı peşinden evin çıkışına doğru sürükledi, koşturarak çıktılar sokaktan. Güneşin altında sarı taştan köprü bembeyaz parlıyordu. İki kadın, el ele tutuşarak geçtiler karşıya, önce otele oradan da hastaneye vardılar. Frank Ronald, küçük hastanenin serin  koridorunda bir sedyede yatıyordu. Renata doktordan bilgi almak için uzaklaştı. Çocuk tamamen baygındı. Kolunda serum bağlıydı. Kaşlarına kadar uzanan tel tel saçları sık ve terden sırılsıklamdı. Göz kapakları belli belirsiz titriyordu. Paola elini alnına koydu, yanıyordu. Üzüldü, dünya üzerine devriliyor gibi hissediyor, buna engel olamıyordu. Renata geri geldiğinde Paola'yı, Frank'in göğsüne iyice eğilip kapanmış, sinir krizinden sayıklarken buldu. "Ronda güneşinin altında durulur mu çocuk, Ronda güneşinin altında durulur mu? Ne akşamı beklenir, ne güneşinde durulur. Ne köprüsüne bakılır, ne sokağından geçilir. Gidecek başka yolun yok muydu güzel çocuk?"

Paola kendine geldiğinde gece yarısı olmuştu. Aynı hastanenin bir odasında, derin bir uykudan uyanmıştı. Renata başındaydı, onun uyandığını fark edince hemen yaklaştı, elini tuttu: "Kendini boş yere harap ettin. Adı Frank'miş, Amerikalı bir öğrenci. Sadece başına güneş geçmiş, Malaga'dan arkadaşlarına ulaşmışlar, gelip almışlar, gittiğinde baygındı ama iyi olacaktır." Paola hala yarı baygın, tekrarladı: "Sadece." Sonra içinden çıkamamış bir hüzünle gülümsedi: "Çocuk..."

O saatlerde Frank Ronald, arkadaşları tarafından karga tulumba hava alanına taşınıyordu, başı çatlayasıya ağrıyor, midesi bulanıyordu. Uçuş boyunca uyudu. Rüyasında büyük bir güneş gözlerini alıyor, çok, çok güzel bir kadın, onu güneşin altında durmaması için uyarıyor, siyah, dalgalı saçlarını Frank'in yüzüne siper etmeye çalışıyordu. Frank, ne uyurken, ne de uyanıp yaşadığı bir kaç yıl boyunca Paola'yı unutamadı. Okulu bitirdi, çalışmaya başladı. Kariyerinde hızla yükseliyordu ve geleceği parlaktı. Nişanlandı. Çok sonra üzerinde "Malaga Psikoloji Konferansı" yazan bir tanıtım broşürü geçti eline, gülümsedi. Program kapsamında bir akşam da, Ronda'da bir Flamenko konserine ayrılmıştı. Kısa süre sonra Ronda'da, Paola'nın evinin önündeydi. Sonbahar başıydı ve şehir sokaklarının tozunu sert bir rüzgar süpürüyor, yağmura hazırlıyordu. Konsere gitmemişti. Evin kapısının önünde duruyor, içeriden gelen çocuk seslerini dinliyordu. Gülümsedi. Kapıyı çalmasına lüzum olmadığını düşündü. Gözünün önüne bir aile tablosu ve Paola'nın olası gülümsemesi geldi. 

Frank arkasını dönmüştü ki, elinde bir tencere ile Renata'yı gördü. Kadın Frank’i tanımıştı, şaşkındı. Kısa sürede gözleri doldu, ağlamaya başladı. Frank tencereyi elinden aldı, tretuvara oturdular. Paola, o ayrıldıktan bir kaç ay sonra, elinde şarap şişesi, Ronda'nın beyaz sokaklarında sarhoş dolanırken, şehrin sarp bir köşesinden, ay ışığına kendisini bırakmıştı. Artık evinde Malaga'dan gelen çocuklu bir akrabası yaşıyordu. Paola, mezarlığa yerleştirilmişti.

Frank, Renata'nın tarifi uyarınca mezarlık yolu boyunca ilerlerken, o geceyi, şaşkınlığını, genç ruhunun heyecanlı titreyişlerini, Paola'nın kıvrım kıvrım siyah saçlarını, kırmızı incecik dudaklarını, çaldığı şarkıyı düşündü. Eline, görünmez bir gitar aldı, mezarın başına geçti; "Tırırım tam trak tak!" Ellerini hızlıca boşlukta hareket ettirdi. Bastığı tüm akorlar doğru, Flamenko'nun ritmi tamdı. Frank ağlıyordu. Ronda'danın sokaklarında rüzgarla koşturan tozlar, yağmurla yere inmişti. Taraçalarda, balkonlarda yan yana yatan sarhoş sevgililer evlerinin, odalarının içine kaçmıştı. Paola'nın cansız göğsünün toprağına yağmur yağıyor, Frank'ın ıslanan saçlarının üzerine ay, muhteşem bir gece sunmak için bulutların arasından inatla parlamaya hazırlanıyordu. Frank yağmurun suyundan gözlerini açmakta zorlanıyordu, onları zorla araladı. "O öğlenki gibi..." dedi. Gözünün önüne kırmızı elbisesiyle Paola geliyordu. Kelimelerini ritme mümkemmel uyduruyordu... 

"Ronda güneşi altında durulmaz, ah Paola, ya parlayan ayın altında?"

Artık adını biliyordu. Ronda düzlüklerinde, ışıldayan ayın altında, kahverengi, cılız bir at, var gücüyle koşuyor, uzaktan bembeyaz gözüküyordu...