İçimizdeki Göğün Derinliklerine Yolculuk: Edinburgh ve Glasgow

İnsanların hayatlarında, eğer şanslılarsa reformlar ve ileriye doğru devrimler vardır kanımca.

İnsanların hayatlarında, eğer şanslılarsa reformlar ve ileriye doğru devrimler vardır kanımca. Örneğin ben hep söylerim; gerçek müziği dinlemeye 22 yaşından sonra, sinemadan nafakamı almaya 25 yaşından sonra başladım.

Yaşça küçükken izlediğim ve bugünlerde benim için daha da bir kıymetlenen TRT yapımı Kurtuluş’ta General Hacıanesti’nin işgalci ordusunun başına geçmek için geldiği İzmir’e ilk ayak basışındaki “İzmir !” deyişini nedense hiç unutamam. Her izleyişimde de o kısımda pür dikkat kesilirim. 

Bu “kötü” adamın çirkin hırsından farklı olarak, İskoçya topraklarına ilk ayak bastığımda ben de keşfetme arzusuyla “İskoçya !” dedim. Bizim Anadolu Halkı özellikle filmlerde “güçlü” karşısındaki zayıf’ın kazanması hususunda pek bir hassastır malum; e bir Anadolulu olarak ben de Mel Gibson’un Cesur Yürek’indeki yüzü mavilere boyalı William Wallace ve İskoçyalılar’a hayran kalanlardanım. Lakin aradan çok zaman geçince “olgun” halim, havası kasvetli bu topraklara “bira” ve keşif için çıkageldi. 

Irvine Welsh’in unutulmaz romanının Jon Baird tarafından sinemaya uyarlanması ile seyretme şansına eriştiğimiz “Filth”te ironili de olsa:

İskoçya. Dünyayı; televizyon, buhar makinesi, golf, viski, penisilin ve tabi ki kızarmış mars çikolatasıyla tanıştıran ülke ! 

İskoç olmak harika bir şey. O kadar necip bir milletiz ki … 

Eşim Carole'un de her zaman dediği gibi; insanın evi gibisi yoktur.

sözleri eşliğinde ana karakterimiz Bruce Edinburgh sokaklarında yürür.  Filmden bağımsız olarak söyleyeyim gitmeden önce hep o sahnede kendi aldığım tadı hayal ettim ve güzel bir tesadüftür ki “güneşli” bir Mart gününde Edinburgh’a kavuşunca söz dinlemez ayazda o tadı hissettim.

Okuyucuyu baştan uyarayım; ne yazık ki değinilmeyecek kadar az viski içtim ve Rosslyn Şapeli’ne gidemedim.

Yazının devamı