Liverpool, Ararım Seni O En Güzel Halinle …

Konu : Turizm

1997’de 9 yaşında bir çocuktum, Reflex’in ‘Sen hep benimsin’i çalıyordu radyolarda …

(Anlatılan; yaşanmakta olan gerçek bir aşk hikayesidir.)

1997’de 9 yaşında bir çocuktum, Reflex’in ‘Sen hep benimsin’i çalıyordu radyolarda …

“Bir yaz daha sensiz akıp gider. 

Tutulur her gün gözlerim, sen neredesin? 

Gelmeyecek geriye o güzel günler,

Ararım seni o en güzel halinle.”

Yıl 1998’e gelindiğinde ise; bugün 30’uma ramak kalmış halimle bile dilimden düşmeyen, her maçını dakika dakika bildiğim Fransa 98 Dünya Kupası ile futbol ufkum artık bir omurgaya oturuyordu. İşte o yılın Kasım’ında bizim başımız Spice Girls, David Beckham ve Zinedine Zidane ile dönerken kırmızı formalı bir çocuk Anfield Road’ta 18 yaşında sahaya çıktı: Steven Gerrard.

O çocuktan tam manasıyla 2001 yılında; bir kasaba takımı olan Alaves’in finale çıktığı UEFA Kupası Finali’nde haberim olacaktı. Ben finalde güçsüz olan kasaba takımını tutarken filizlenip fışkıracak olan kıpkırmızı bir aşkın fideleri atılıyordu, o aşkın adı Liverpool’du.

Elimin altında internete sahip olmam lise ortalarını bulacaktı, 2000’lerin başlarında ‘En Güzel Bilge’lik malzemeleri dergilerdi; F1 Racing, Goal, Futbol Plus… 1990’larda Seria A İtalya Ligi ve La Liga İspanya Ligi’nin popülaritesi adeta uçuyorken, 2000’lerde biz futbolseverlerin hayatına İngiltere Premier Ligi damga vuracak ve biz dergilerde en çok İngiltere’yi ve takımlarını heyecanla okuyacaktık. Televizyonda da canlı olarak maçları izleyebilmek bize nasip olacaktı. O yaşların pre-politikliğinde; kırmızılı Merseyside takımı Liverpool ‘en güçlü olma-ma’sının ve yıldızlar topluluğu olarak anılmamasının da etkisi ile Celtic’le birlikte ‘Liman İşçilerinin Takımı’ büyüsüne beni alıvermişti. Şimdi kimse bana ‘Endüstriyel futbolda sol romantizm mi olur?’ demesin, biz taraftar ve camiadan bahsediyoruz!

2005 yılı baharında çakma da olsa bir Celtic bir Liverpool formam ve PES oynarken ikisinden başkasını seçmeyen bir bünyem vardı. O muhteşem gece geldi çattı; 25 Mayıs 2005 gecesi İstanbul Atatürk Olimpiyat Stadı’nda Liverpool 3-0 geriye düştüğü maçı önce 3-3 yapıp, sonra da Şampiyonlar Ligi Kupası’nı Milan’ın elinden alacaktı. Bir Galatasaray’lı olarak gönlümde ikinci bir sevdaya gedik açılacağını hiç düşünmezken, Steven Gerrard’ın ellerinde kupa havaya kalktığında hep bir ağızdan ‘You’ll Never Walk Alone’u söyleyen binlerce insanla birlikte ağlıyor ve sırılsıklam aşık olduğumu hissediyordum. Hiç görmediğim ve uzakta olan bir şehrin takımına tutulmuştum.

Buraya kadar olanları anlatmadan size Liverpool’u anlatamazdım, benim için bir manası olmazdı.

Yıllar geçti, bir müddet sonra ben biraya ve bira kültürüne olan tutkumun sulak ikliminde serpildim ve neredeyse koca bir adam yaşında borç harç Britanya yollarına düştüm. Üniversiteye gelene kadar Ali Sami Yen’in havasını solutamadığım ve artık olmayan Ali Sami Yen’i asla göremeyecek olan kardeşime Anfield’ı tattırmak ve can dostumla listelediğimiz publarda içebildiğimiz tüm biraları yudumlamak için kendimizi Ada’da bulduk. 

Uzaklardaki o liman şehrine; Liverpool’a, Manchester’dan o esnada şantiyeyi andıran görüntülerle yola çıktık. Üzerimizde bir önceki gecenin malt etkisi ve kulağımızda Beatles’ın All My Loving’inin;

“Close your eyes and I'll kiss you
Tomorrow I'll miss you
Remember I'll always be true
And then while I'm away
I'll write home every day
And I'll send all my loving to you”

ezgileri vardı. Raylar üzerinde ilerlerken içimiz büyüyordu.

Liverpool Lime’da merdivenlerden inerken zihnimin bir köşesinde mimariden kaynaklı bir kuzey müziği çalıyor ve diğer köşesinde eski Türk filmlerinde Haydarpaşa’dan çıkıp İstanbul’a ilk bakışında feleği şaşan karakter kepazeliği fink atıyordu.

Kalacağımız hostel Albert Dock’un hemen dibinde idi ancak biz; yani kardeşim, can dostum ve ben henüz kutsal topraklarda olduğumuzun idrakinde değildik. Bir anda kendimizi canlı müziğin olduğu Whitechapel Caddesi’nde bir müdavim pubında bulduk. Ben Norah Jones’a bir tanrıça olarak tapıyorum ve O’nun seslendirdiği bir eseri başkasının söylemesine pek tahammülüm yok. Ancak içeride bir adam (!) elinde gitarıyla ‘Once’ filmindeki erkek ana karakter Glen Hansard’ın yanıklığı ile Don’t Know Why’ı söylüyordu.

Orada dostluklar kuruldu, ağızlar ıslatıldı. Boşuna değildi; delice bir sevda, delice bir tutkuydu bu bizi yollara düşüren. Hostele vardığımızda bizim gibi Liverpoolyen (benim uydurduğum bir Liverool taraftarı tarikatı) James bizi karşıladı. Başımızı sokacak bir yer olması ve karnımızı doyurmak en son dertlerimizdi. Aklımızda ertesi günkü Burnley maçına bilet bulup bulamayacağımız sorusu ve isim-adresleri cebimizde olan publara nasıl gideceğimize dair meraktan başka bir şey yoktu. 

Artık ergenliğimde kanıma bir kült olarak kazınan 8 Numara (Steven Gerrard) ve masaldan gerçeğe dönen şehrim ile bir arada idim. Şehrim, bana ilk kıyağını Britanya Turu’na çıkmadan önce en çok iştah kabarttığımız Baltic Fleet’i hostelimizin yanına iliştirerek yaptı. Liverpool’da bulunmuş, dolanıp geçmiş Türk ‘turist’ ve sözde gezginlerinin bizim muhatap olduğumuz çok büyük kısmı o kadar kör ve bilgisiz ki, bu nefis kente dair anılarına/anlattıklarına asla aldırış etmemek gerek. Ayak basışımızın 4.-5. saatinde ‘İlk Aşk Öpücüğü’ndekine benzer biçimde ayaklarımızı yerden kesti Liverpool. İngiltere’nin Kuzeybatısı’nda, hemen üst tarafında bulunduğu Mersey Nehri’nden adını alan Merseyside’da yer alan ve sanayileşme sonrası liman kaynaklı olarak efil efil İskoç ve İrlandalı kültürünü göçle hamuruna katan bu coğrafyanın insanıyla temas ettiğiniz en ufak alanda bile özgün bir tat alıyorsunuz. Bu tadın aksanına da insanına da ‘scouse’ deniliyor. Baltic Fleet, Liverpool’un tek ‘brewpub’ı ve nefis biralarını o harika mimarinin alt bodrum katlarında imal ediyorlar. İşte scouseluğu iliklerinize kadar hissedeceğiniz yer burası. Özellikle takıldığımız uzun 2-3 seferin haricinde hostelde olduğumuz zamanlarda 15-20 dakika bira içmeye gidip gelecek kadar sevdiğimiz bir yer oldu.     

İlk günün gecesi Cavern Pub’da Beatles’ın metafizik evresine geçiyor ve şehirde ne kadar İrlandalı ve İstanbul 2005 Finali’nde İstanbul’da olan varsa yoldaş oluyorduk. Sabahına uyanışımız olması beklenenin tam aksine zıpkın gibi oluyordu. Çünkü can dostum The Beatles Story’i hatmederken ben kardeşimle ruh ile bedenin buluşacağı yere, Anfield’a yola koyulacaktım.

 

Liverpool One’dan (merkezi otobüs istasyonu) otobüsle kalkışımız ile Anfield Road’un önünde inişimiz arasını pek hatırlamıyorum (o vakit geçmek bilmemişti) ama otobüsten indiğimde gözlerimin ıslaklığını bu satırları yazarken dahi hissedebiliyorum. İşte gelmiştim; Bill Shankly bana ellerini açmış duruyor ve solumda Albert Pub ‘Nerede kaldın birader?’ diye soruyordu. Gişeye gidip biletleri almamızın ardından; önce açık olan taraftar mağazasında marşlar eşliğinde volta attık, sonra adeta kutsal bir ritüeli uygular gibi Anfield Road’un çevresini tavaf ettik. Ardından Ken Loach filmlerinden alışık olduğumuza benzer bir havayı soluyarak kendimizi sokakların mahallelerin arasına attık. Kırmızı montum ve atkım ile beremde zümrüdüankalı, 1892’li (Liverpool’un kuruluş yılı) kamuflajımla dolanırken birden kardeşim ile Goodison Park’a çıkan caddenin başına geldiğimizi farkettik. Çekindik ama korkmadık, çünkü aynı şehrin takımları Liverpool ve Everton, dünyanın en dostane çekişmesine sahipti. Aynı bağırdan kopan bu iki takımın taraftarları arasında akrabalık ilişkisi dahi epeyce fazla, ancak biz yine de şansımızı zorlamadan Albert Dock’a demir aldık.

Yenilenmiş haliyle arzı endam etse de zihninizde al-turuncu rengi ile sanayi devrimi çağrışımları yaratan Albert Dock’ta kuzey rüzgarını yiye yiye sersemledikten sonra şehrin içerilerine kaçtık. Liverpool Üniversitesi’nde bizde olanın aksine derslere kadar sessiz olduktan sonra herşey serbest. Uzun uzun Viktoryen atmosfer hasretimizi giderip Oxford Caddesi üzerinden bir yukarı bir aşağı katedralleri görmek için salındık. 

Akşam olduğunda biri 20 diğer ikisi 27 yaşında 3 erkek çocuğu, adeta kendi düğünlerine gider gibi giyindiler ve kırmızılar içinde Anfiled Yolu’na koyuldular, içlerinde sakat olduğu için o gün çimler üzerinde izleyemeyecekleri Kaptan Steven Gerrard’ın yokluğunun burukluğuyla. Burnley ile oynanacak bir lig maçı, Liverpool’da yaşayan bir Liverpoolyen için çok bir anlam ifade etmeyebilir ancak ilkimiz ve kıymetlimizle buluşma olacağından bizler için düğün bayramdı. Albert Pub’a girdiğimizde lager bira kokusu her santimetreküpe yayılmıştı, fazla oyalanmadan litreler ve marşlarla kendimizi yoldaşlarımızın kollarına attık. Sonrası dışarıdaki seyyar sosis ve burgerler ile rötüşla geçti. Ve beklenen an geldi; yıllarca TV’de saha tünel çıkışında gördüğümüz ‘This is ANFIELD’ yazısının nirvanasına fiili olarak ulaşmıştık. Sağımızda KOP Tribünü (Kale Arkası Efsanevi Taraftar Grubu) tüm heybetiyle bizi selamlıyor ve maç öncesinde You’ll Never Walk Alone ‘u tüm Anfield ile birlikte söylüyorduk. Aslında maçın bir önemi yoktu sevgili okuyan, her şey bu koroya o kutsal topraklarda katılmak ve kırmızı formalı çocuğu takımına önderlik ederken izlemek içindi.

Hrant Ahparig’in dediği gibi su çatlağını bulmuştu!

Bu son değildi elbet ama şimdilik ‘ilk ve son’ anım kentime dair, yazıya başladığım şarkıyla bitireceğim lakin ilk mısralardaki ‘en güzel hali ile aradığım’ Kaptan ile bir anım olamadı kırmızı forma ile çimler üzerinde. Yaşanmakta olan bu güzel aşk ise;

“Yalnız değil, 

Şimdi rüyalarda gülümsüyor” ve andım bu yazıda hatırasını …