Paris … Kulağınıza Fısıldadığında Hayatı Pembe Gördüğünüz Şehir !

Konu : Turizm

Çocukluktan beri hep başka şehirlerde dolanırdı gezgin rüyalarım.

Çocukluktan beri hep başka şehirlerde dolanırdı gezgin rüyalarım.

İhtimali bir anda belirdi Paris’in, ve 3 gece 4 gün unutulmaz bir şarkının nakaratı gibi geçti.

Cemal Süreya diliyle;

“Kaç nota var

Do re mi fa sol la si

Onun da üstünde

O kadar giysi”

Bize ezberletilen gibi aşk’ın ve erotizm’in şehri …

Sacre Coeur’un kollarına tırmanırken, yokuşta öbek öbek insanlar ve çöplerle kaplı kaldırımlarla bir şehre ihanet tablosu. Kafamda kahverengi panama şapkam, merdivenleri çıkıyorum biramı yudumlayarak; sırtımı yaslayıp asilzade kollarına bazilikanın, deniz ve altın rengi gökyüzünün altına ilişmiş Paris’i izliyorum.

Sonra Montmartre sokaklarına salıyoruz kendimizi, haritasız ve yönsüz. Cihangir ve Kadıköy’ü andırır aşinalıklara, filmlerde gördüğümüz benzersiz sahneler ekleniyor.

Batignolles’te bir köşede bekleyen Mavi Vagon’da Sartene ve Ajaccio kırmızılarına boyanırken damağımız, Agatha Christie’yi anarak ördek ve Korsika pastırmalarıyla midemize iyilik ediyoruz.

Gözümüzü de Moulin Rouge boyuyor kırmızıya gece yarısı, uykuya dalmadan ucuz bir roze ile pembeleşiyoruz.

Ertesi sabahımız serin ama aydınlık başlıyor; Louvre’a koşuyoruz, Louvre’da koşturuyoruz, Louvre’u bitiremiyoruz. Salıyoruz Seine Nehri’nin yakalarına kendimizi …

İşte do, sonra sonra sırasıyla

 re

 mi

 fa

 sol

 la

 Sonunda da şapkası si”

Kalabalıklara boğulmuş Pantheon ve Notre Dame !

Kendimizi Shakespeare and Company’e atıyoruz, yanımda bir sevimli heyecandan kanatlanıyor.

Ben Anadolulu gamsızlığıyla deklanşörle güreşirken sağlam bir Fransız azarı yiyorum.

Sonra bir mahzende, karşımda harita sırayla yudumluyorum; roze, beyaz, kırmızıları … 

Eiffel ve Champs Elysees, Teoman yalnızlıkları yaşıyor silüetler arasında geceleri.

Saint Germain’de Relais de l'Entrecôte hem kalabalık hem kibirli. Az pişmiş ve Bordeaux tercihim.

Maltsız bırakmıyorum bünyeyi, Bieres Cultes’ten yakıt alıp bir gece daha dinlenmeye bırakıyorum kendimi.

Sabahları hamur ve kuru üzüm kokusu sokaklarda. Burnumuzdan girip beynimizi ele geçiriyor, teslim oluyoruz.

Père Lachaise’e eski dostları ziyarete gitmeden Cafe de Flore’da “yiğidin muhtaçlık besini” soğan’ın çorbasını tadıyoruz.

Eski dostların mekanı çiçeklerle kaplı, selamları var Gözümüz’ün ve ekliyor Çirkin Kral “mutlaka kazanacağız” diye !

Ardından başladığımız yere dönüyoruz, kendimizi Les deux Magots'ta bir sandalyede buluyoruz. Sebepsiz yere Alsace üzümlerine merak sarıyorum. Yudumladıkça kaldırımları ve yolları izliyor, izledikçe yudumluyorum.

Sokaklarda duvar kokularında avarelikle, müzelerde ışığın sarılığından ağrıyan bir baş ve yine malt ile sona eriyor gün. 

Ertesi …

Ertesi veda.

Rüyamda olmadığından emin olduğum gerçekler de kalıyor giderken aklımda; sıcak diye mazgallara tüneyen canlar, kimi çocuk kimi yaşlı kimi göçmen. Ve yoksulluk Paris’te de kanıyor ılık ılık.

Ve Edip Cansever Usta düşüyor dilime:

Gün bitti. Saat kaç. Bitecek mi bir gün savaşımız

Hak edilmiş hüzünlerimiz olacak mı bizim de

Dönüp dönüp arkamıza baktığımız

Bir dünya kalıntısı üstünde

Elveda !

Koltuğumun altında renk renk üzümler seçme topraklardan fışkıran, ve dosta kaygı-düşmana güven veren kokusuyla peynirlerle, hoşçakal.

Yeniden buluşmak üzere …

 

Dikkat: Bu yazıda şarkı ve şiir yerleştirme kullanılmıştır.