Kazancakis'ten Umberto Eco'ya... Ayla Kutlu ile Röportaj

Konu : Film & Kitap

Ayla Kutlu’ya röportaj sorularına özenle cevap verdiği için huzurunuzda teşekkürü bir borç bilirim.

“Kazancakis… Ünlü ve çok sıcak bir Yunan yazarıdır.  Dost ya da düşman mıydı bilemem ama Osmanlı vatandaşı olarak doğmuş, Giritli olduğu için bir süre vatandaşımız. Bazı kültürel paylaşımlarında hoşgörüsü olduğunun kanıtı olan sıcak yaklaşımı beni etkiler. Anıları başta olmak üzere, başımı döndüren bir yazar. Yunanlı şairlerin bende ayrı bir yeri var. O eskil ve görkemli kültürün gücünü çağdaşlarımda da bulurum. Zaten benim en yakın sanatçı dostlarım şairlerdir. Dünyanın hangi ülkesinden olursa olsun, şairler... Büyük insanlar.”  - Ayla Kutlu -

Merhaba değerli okurlar;

 

önceki makalelerimde, değerli yazarlarımız ile röportaj serilerine başlayacağımız bilgisine yer vermiştim. Bu yazarlarımızdan kendisi ile şahsen tanışma şansına sahip olduğum Ayla Kutlu’ya röportaj sorularına özenle cevap verdiği için huzurunuzda teşekkürü bir borç bilirim. Zira kendisiyle şahsi görüşmemizde de, gençlere ve genç yazarlara olan güvenini sözlü olarak dile getiren Ayla Kutlu, “Kadın Destanı” adlı eserine ise on yedi defa yeniden başladığını belirterek, kendisinin de yazma sürecinde karşılaştığı zorluklardan bahsetti. Yazma sürecinde her nerede olursa olsun daima yanında bir defter, bir kalem bulundurduğunu söylediğinden beri, ne zaman her odada ayrı ayrı köşe başlarında bir kalemle birlikte beni sadakatle bekleyen defterlerimi görsem, kendisinin sözleri aklıma gelir. Belki de içimizde henüz açığa çıkmamış nice dostlarımızın konuşan fotoğrafları, nadide anılarını ölümsüzleştiren defterleri, kendine özgü ne güzellikleri saklıyordur. Sözü uzatmadan, zevkle okuyacağınıza inandığım 15 Mayıs 2020’de gerçekleştirdiğimiz röportajdan yansıyan Ayla Kutlu’nun edebi cennetine davet ediyorum. Keyifli okumalar…

Esma Tuğçe Tözman: Özgür İnsan dergisinde Aygen Berel adı ile yazılarınız yayımlandı. Bu ismi seçmenizdeki nedenler nelerdir? 

Ayla Kutlu: İlk öykümü yayınlayan ÖZGÜR İNSAN dergisiydi. O tarihte ben devlet memuruyum. Kardeşim çatışmada yakalanmış bir tescilli solcu ve iki davadan hakkında idam isteği var. Mahkemeler sürüyor. Çalıştığım kurumda işlevsiz bir birime sürgün edilmişim. Derginin başına Bülent Ecevit’in isteği üzerine yazar Erhan Bener getirilmiş. Elemanı yok. Yalnızca getir götür işlerine ve temizliğe bakan genç bir çocuk var. Dergiye girecek yazıları elden geçirme, o günkü elle dizilme koşullarında dizgileri en az iki kez düzeltme, gelen konukları ağırlama, basılan dergileri yüzlerce aboneye iletmek için zarflama, zarf üzerini elle yazma. (Tek aracımız dergi idarehanesindeki bir daktilo. Onu da Bener evinden getirmiş. O yüzden bizler her şeyi kalem kâğıtla yapmak zorundayız).Hatta zarf içine koyulan dergileri postaneye taşıma gibi zaman ve zahmet gerektiren işlerden bile sorumlu Erhan Bener. ( Işıklar içinde yatsın.) O da, kız kardeşi, eniştesi, emekli olmadan önce T.C. Emekli Sandığında genel müdür olduğu sırada deneyimli bir personelci olduğum için, kurumun Personel Daire Başkanlığına getirdiği ben ve benim edebiyat meraklısı, politikaya ilgi duyan bir, bazen iki arkadaşım… Böylece dergi bir yıldan fazla sürdürüldü.  O sırada, edebiyat merakımdan etkilenen Erhan Bener önce kitap tanıtma yazılarımı yayımladı. Günün birinde de bir öykümü basacağını söyledi. Kamudaki hizmet süremin daha on beşinci yılında olduğum için, başım iktidara geleceği belli olan sağcı hükümetle derde girmesin diye, seçeceğim bir adla yayımlamamızı önerdi. Ayla’nın ay hecesiyle, adımı Aygen, soyadımı da Hatay’ımdan, sevdiğim ve tarih boyunca büyük bir geçit kenti olarak büyüleyici doğasına tutkun olduğum Belen’i seçerek “müstear” adımı oluşturdum. Bu soyadı, dergide hatalı olarak Beler biçiminde çıktı. Biyografimi dergideki biçimiyle görüp, yanlışlıkla bu kez Berel diye dizdiren birinin tanıtım yazısı yüzünden Aygen Berel benim sanatımın başlangıcı bir ad olarak üstüme yapıştı kaldı. Birkaç düzeltme çabam oldu, ama dikkate alınmadı. Düzeltsem ne olacaktı ki? Böyle bir ad tutmuştu artık. Önemsiz bir ayrıntıydı. Hâlâ tanıtımlarımda sürüp gitmekte.

E.T.T: Napoli Romanları’nın müstear adlı,  İtalyan yazarı Elena Ferrante’nin eserlerini okudunuz mu?

A.K.: Bu adı ilk kez sizden duydum. Doğrusu, sizinle panelde konuştuğumuzda bu adı tam algılamamıştım. Hiç ulaşmadığım bir yazar o. Türkçemize de kazandırılmış olduğunu duydum, ama elimde okunmak için bekleyen o kadar çok kitap var ki…

E.T.T. : Türk ve Dünya Edebiyatından sevdiğiniz, beğendiğiniz yazarlar kimlerdir?  İtalyan Edebiyatından beğendiğiniz ve severek okuduğunuz yazarlar ve eserleri nelerdir?

A.K. : Bütün dünyada roman dendiğinde, doruktaki kişi: Dostoyevski’dir. O bu değerlendirmeyi hak etmiş bir yazar. Bir toplumu, yanında bireyin içsel dünyasını, değerler çatışmasını, derinlik, çeşitlilik, ayrıntı zenginliği v e insan davranışları yönünden bulunduğu yeri hak eden bir klasik ustasıdır. Rusya’dan başlamışken, harika bir ad daha: Maksim Gorki

Amerikan yazarları içinde beni en çok etkileyen John Steinbeck. Küçük insanların içsel dünyasını ve değişmekte olan toplum dinamiklerini, değerlerini, çatışmaları, insan çeşitliliğini ve doğayı algılamadaki değişik yaklaşımları, toprak, üretim ve insan ilişkilerini onun gibi sevdirerek anlatan az yazar vardır bence. Mark Twain, Jack London gibi büyük serüvenci adları da listeye ekleyelim.

Süslü dil deyince aklımda hep Oscar Wilde gelir. Klasik dönemin sonunda, Dorian Grey’in Portresi romanıyla da, etkileyici masallarıyla da romantik, kültürlü, sıcak, insancıl duyguları yüzeye çıkartır. Özünün yaşamındaki çirkinlikler, bencillikler, yarattığı edebiyat eserlerinin yarattığı duygu yoğun sevinci gölgelememeli. O incelikler insana çok şey öğretir ve biraz da kıskançlık duygumuzu körükler. Huxley… Müthiş ve çok yönlü yazar. Ses Sese Karşı’nın ve eşsiz denemelerin yazarıdır. Bir de: Katherine Mansfield’in hikâyeleri… Somerset Maugham roman ve hikâyeleri, Laurance Durrell’in İskenderiye Dörtlüsü ile Avignon Beşlisi gibi inanılmaz yoğunluktaki romanları, Çağdaş İngiliz edebiyatında şaşırtıcı duygu ve kültürel kazanım olanağı yarattı bende.

En çok Fransız yazarlarını önde gelen adların hemen hepsini okumuşum. Her halde İngilizceden çevirilerin çoğalmasından önce Fransızcanın dünya dili olmasının etkisidir bu. Balzac, Stendhal, natüralist Emil Zola, (Zola, en çok etkilendiğim yazarlardan birisidir. Çıplak gerçekleri çekinmeden yazma yürekliliğini bana kazandıran kişidir.) Malroux ile onurluluğu, Exupery ile de sıcak, alçakgönüllü, serüven tutkusu ve etkileyiciliğiyle sevdiğim, incelikler yanında katı gerçeklikleri hazmettiren yazarlar. Simone de Beauvoir, Vercors, (Jean Marcel Adolphe…) Belçika kökenli Margaret Yourcenar bende hem kadın hem de yazar olarak hayranlık uyandıran adlar.

Macar edebiyatı da beni etkiler, Bu ülkedeki yeni dalga yazarlarından Magda Szabo özellikle hayranlık duyduğum bir edebiyatçı.

Kazancakis… Ünlü ve çok sıcak bir Yunan yazarıdır.  Dost ya da düşman mıydı bilemem ama Osmanlı vatandaşı olarak doğmuş, Giritli olduğu için bir süre vatandaşımız. Bazı kültürel paylaşımlarında hoşgörüsü olduğunun kanıtı olan sıcak yaklaşımı beni etkiler. Anıları başta olmak üzere, başımı döndüren bir yazar. Yunanlı şairlerin bende ayrı bir yeri var. O eskil ve görkemli kültürün gücünü çağdaşlarımda da bulurum. Zaten benim en yakın sanatçı dostlarım şairlerdir. Dünyanın hangi ülkesinden olursa olsun, şairler... Büyük insanlar.

İtalyanları severim. Umberto Eco’nun kitaplarını okudum. Onun yoğun kültür ve bilgi uğraşından çok etkilendim. Ama bu edebiyattan tek bir yazar söyle deseniz Elsa Morante derim. Hikâyeleri de, Ve Tarih Devam Devam Ediyor şaheseri de beni büyülemiştir.

Onların mizahi güçlerine hayranım. Fontamara ( hele de Sabahattin Ali çevirisiyle) Ignazio SiloneGuareschi’nin o güzelim ailesini ve küçük bir kasabanın düşman- dost yöneticilerinin serüvenlerini… Don Camillo serisi zekâ, üslup ve espri gücüyle bal tadındadır.

Ayrıca Tamaro’nun bestselleri: Yüreğinin Götürdüğü Yere Git romanının yazılmış iyi bir gençlik romanı olduğunu onaylarım.

İnanmayacaksınız ama okumaya çalıştığım ilk kitap; ilkokul 1 den 2 ye geçtiğim yıl, okuduklarımdan çok daha fazla içerdiği illüstrasyonlara bakarak ölüm, cennet, cehennem, günah ve günahkâr üstüne beni çok ürküten İlahi Komedyaydı. Dante Alighieri benim için korkulu bir sonun görsel örneği oldu ve çok etkiledi. Ona karşı eskiden kalma bir uzak duruşum, ama zorla çekiliyormuş gibi bir çaresiz yakınlığım vardır.

E.T.T. : Bir Göçmen Kuştu O adlı eserinizde, bir Osmanlı aydınının yaşamının kadınlara yansımasını anlatırken esinlendiğiniz kadın ya da kadınlar kimlerdir? Göç özellikle kadınların yaşamını nasıl etkiliyor?

A.K. : Ben yazdıklarımda hiçbir zaman gerçek bir karakter kullanmadım. Kurgu için araştırma yaptığım sürece roman ve hikâyelerimin görsel tiplerini, karakterlerini, davranış ve düşünce biçimlerini de oluşturmaya çalışırım. Elbette bunu yaparken pek çok kitap okumuş, tarihsel, mekânsal ve akış üstüne yeterinden çok fazla araştırma yapmış ve düş gücü kullanmışımdır. Göç konusu üstüne onlarca konuşma yaptım. Bunun nedeni göçen insana yönelik merakımın dozunun yoğun olması. Ailemin, 19.yüzyılın ikinci yarısında Rusya’nın Kafkas halkları üstüne saldırılarıyla vatanından kopan ve dalgalar halinde Osmanlı’ya sığınan göçmenler arasında bulunması, göç ile yitimlere doğru çekilmeme neden olmuş. Göç acısını yaşamış insanlardan sonraki üçüncü kuşak olan bende, yerleşebilme ve yeniden kök salma çabası bir anlamda insanın bir kez daha doğma çabası anlamı taşıyor. O zorluğu, yalnızlığı, bağlanma gereksinimini ve aynı zamanda bağlanma korkusunu çok düşünmüş, tartmış ve tartışmışımdır. 

Kadın ya da erkek, yazdığım her tip aslında Ayla Kutlu’dur. Kendisine bile uzaktan bakan ve miyop gözleriyle - bu kusurum, galiba edebiyatıma yararlı olmuş- ve her seferinde başka açı ve başka görüntü yaratabilen bir olumsuzluğun olumluya evrilmesiyle gelen şansa dönüşmüştür. Göçmen tipleri ve göçmenlik türleri, cinsiyet ayırmaksızın yaşamların yönünü ansızın değiştiren bir dış güç olarak çevremi kuşatmıştır. Her felaket, erkeklerden daha ağır biçimde kadına yansır. Kadının, gövde ve işlev olarak insanın ilk vatanı olduğunu düşünürüm. Yenilgi - yabancı, yahut düşman, yahut ataerkil bir erkek karşısındaki iradelerin -yukarda belirttiğim iki anlamdan herhangi biri-  vatan üstünde kendi kimliğinin gücünü zalimce uygulaması olarak gerçekleşen bir acınası durumdur. Yazıklar olsun ki bu durum, insanların saldırganlığını, bilinç yitirilmesiyle gelen yok etmeye güdülü olan hayvansılığı da tahrik eder. Dişiliğin çekiciliğinin hazin sonucudur bu.

Toplumların tümünde -tarihinde ve bu gününde-  göç çok yönlü felaket kaynağıdır. Göç; en çok çeşit olumsuzluğa kaynaklık eden bir olgudur. Ayrılıktır: Alışılan ve yaşama anlam katan mekânları yitirmektir. Yeni bir çevreye, yaşam biçimine, yabancılara, yeniden güven ortamı yaratma çabasına, bu çaba sırasında karşısındaki insanlara ve koşullara kendini anlatma ve uyum için güven verme uğraşının belirsiz sınırlara kadar uzanacak olmasıdır. Bu durum, çoğu kez kendisinin ayrılmaz parçası olarak kabullendiği insanlara ve mekânlara istem dışı olarak uzak kalma sonucunu getirecek, bu sonuca katlanma zorluğunu yenmesini şart kılacaktır.  En kötüsü, kendisine ait olduğunu varsaydığı her şeyin yitmesi, başka insanların dünyasında kendine yer bulmak için ödünler vermek zorunda kalmasıdır. Göçmek zorunda kalan kişilerin, doğumla edindiği her türden değerlerden kopmalarını zorunlu kılabilir. Mekruh Kadınlar Mezarlığı adlı hikâye kitabımda BİR VARMIŞ… ile bunu anlatmıştım. Kadın statükoyu yürütmekle yükümlü ve gelecek için güvenceler sağlamayı ilk öğreten ve bunu kendi yaşamına uygulayan kişi olduğu için; göçle oluşan kargaşanın en fazla kendisini etkileyeceğini algılar. Sonraki kuşaklara olan sorumluluğu, onun ağır koşullara dayanma refleksini harekete geçirecek; bu yük yetmezmiş gibi, düşman yahut düşman sayılacak bütün olumsuzlukların sonunda kendisinde yükselip köpükleneceğini sezecektir. Kadındaki en önemli doğal sezme gücü budur. Değişimler, kalıtsal olarak onun duyarlılığıyla özverisini sınırlarının ötesine taşımasını gerektirecektir. Geleneksel ağır sorumlulukları ile birlikte kaygı gibi olumsuz duyguyu sürekli taşıma atmosferini de ruh ve bedeninde taşır kadın. Mekân, ortam, çevre değişimleri, bu saydığım durumlar yüzünden kadının ruhunda genellikle huzursuzluk oluşturur.

Aile içinde ataerkil düzenin sürdürülmesi erkek için, kadından daha üstün ve güçlü görülme demektir. Bu statünün en büyük dayanağı olan “ Yüce ana “  karakteri tam da burada ortaya çıkacaktır. Ataerkil düzenin bu eskil savunucusu, genç ve güzel dişileri erkekler adına zapt-ü rapt altına alacaktır. Ev dışındaki erkeğin iradesini korumak ve yürütmek için onun adına ezici otorite kullanan Yüce Ana,  cinselliği sıfırlanmamış kadının bilinçli ya da bilinçsiz düşmanıdır. 

“ Baltanın sapı” gerçeği, kadın-erkek eşitlik idealini yok ederken, baltanın kesici bıçağına sıkı sıkıya yapışmış olan sapı Arşimet’in keşfettiği kurala uygun olarak ormanı kolayca kesip yok eden olarak kendi yerini yüceltirken, yeni kuşakların zorla ve korkutularak ikincil sırada durmalarını mümkün kılacaktır.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                          

E.T.T. : “Bir Göçmen Kuştu O” adlı eserinizdeki Cevahir, Nevnihal ve Gülhayat’ın hayatındaki “ilk”lerin götürdüğü  “son”lar ve bu kadın kahramanların sorgulamaları, dönemin toplumsal baskılarına karşı bir başkaldırı, bir isyan mıdır?

A.K: Adını andığınız kadınlardan yalnızca Gülhayat’da sözünü ettiğiniz sorgulama ve isyan var diye düşünürüm ben. Koşulların tümünün olumsuz olmasına karşın Gülhayat aşabileceği tüm sınırları aşmış bir kadındır. Burada, geleneksele ve onu oluşturan geri kalmış bir toplumun kadın üstündeki baskısına yenilmiş ama yine de bunu kabullenmemiş bir kimliktir o. Dönüşünü buna bağlamalıyız.

Romanda Cevahir’in yaşamı bir trajedidir. Çünkü savaşın -bireysel ya da ülkede süren bir toplu savaş olması- onun sonu yönünden bir değişiklik yapmayacaktır. O, alnına yazılmış olduğuna inandığı kaderi yaşamış, isyanını yalnızca Tanrıya yöneltmiştir.

Nevnihal’in böyle bir sorunu yoktur. Yani bu soru içinde Nevnihal’in özgün tutumuna dair bir ipucu bulunması olanaksız.

E.T.T. : Eserlerinizde neden hep hüzün var? Bunca hüzün arasında açan ve solan çiçeklerin dönüşümü sizce bugün de devam ediyor mu? 

A.K:  Tuğçe,  edebiyat hüznü yaşatan bir sanat türüdür. Üstelik Ahmet Haşim’in “ melali anlamayan nesle âşina değiliz” mısraındaki nesilden değilim ben. Edebiyat, insanın derinliklerinde dolaşmak durumundadır. Dışardan yansıyan olay, içerden kabulleniş ya da karşı çıkış duyguları ile bir metnin ayakta ve uzun süreli durmasını sağlayan duyarlılığı, rengi ve eylemi yaratır. 

Gün gelir, her insan kimliğini savunma gereğini duyar. Kadın ise yalnızca bunu değil, kadın kimliğinin “birinci sınıf insan olma yönünü” de savunma zorunda kalır. Bu zordur, toplumsal değerler hâlâ en uygar ülkelerde bile kadının ikincil cins olduğu inancını destekler niteliktedir. 

Bir dananın sağlıklı olup olmadığını kontrol eder gibi, kadının yumuşak başlı, iyi huylu, becerikli, uysal, saygılı… Etinin sıkı, yüzünün güzel… Olup olmadığının soruşturulduğu bir ülkede… Dahası… Öz kimliğini eriterek filan erkeğin anası veya karısı olmayı kabullenmesinin bile yaşamın doğal gereği olduğuna inanılan bu ülkede, kadını anlatırken yaşamının her ânına serpelemiş dikkatli olma zorunluluğu yüzünden hüznü anlatmak zorunluluğunda olduğuma inanıyorum. Yaşamın ana izleği, başka bir deyişle kimlik, savunmadan vaz geçmeye ve çevrenin baskısıyla süren yaşamın akışına kendini bırakmaya dönüşüyor. Ben bu hüznü kendi yaşamım dâhil, toplumun tümünde görüyorum.

Ayrıca hüzün, edebiyata yakışan bir duygudur. Dahası da vardır Hüzün, duyarlılık atmosferi yaratır.

Hayatı lay lay lom yaşanan bir şey sanan kahramanların yer aldığı eserlerin edebiyat olduğunu kabul etmiyorum.  O yüzden çok satan yazarlarının % 99 unu edebiyatçı saymam ben. Kendilerini öyle sanırlar ama metinlerinin bittiği yerde, hayatın gerçeklerinden kaçmış, duygu ve değerleri kendi isteklerine göre kullanmışlardır. Onlar karakter yaratmazlar. Toplumu dikkate almazlar. Dilleri sıradan, kültürleri yüzeyseldir. Yarattıkları tipler şablon kullanılarak üretilmiştir. Kahraman yaratabilirler ama gerçekçi karakter oluşturamazlar. Onlar birbirinin benzeri tiplerin benzer kaderlerini yazarın önceden saptadığı izlekte yaşayan tek boyutlu karton görüntülerdir.

Ben bazı eserlerimde, metnin akışına karşı çıkmış roman karakterlerimle itiraza uğramış, kavgalar etmiş, olayların akışını onlara zorla kabul ettirmiş olmakta birlikte… İçimin derinliklerinde “ ona haksızlık ettim” duygusunu hâlâ taşıyan bir yazarım.  

(Örnek: CADI AĞACInın ana karakteri Dr. Nilüfer) Bu yükü hâlâ üstümden atamadım. Biliyorum öyle yapmam ana izleklerimdendi. Ama… İşte…

Daha çok gençken fark ettiğim bir şey şudur: Örneğin Aziz Nesin’i alalım. O mizah ustasıdır, değil mi? Bütün dünyada böyle tanınmıştır. Oysa mizah, tersinden anlatılan tragedyadır bana göre. Projektörünüzü normal insan davranışlarına, ya da metindeki kahramanın karşısındaki kişiye çevirin… Göreceksiniz: Aziz Nesin usta bir trajedi yazarıdır.

E.T.T. : Eserlerinizi yazarken nasıl bir ruh halin içinde oluyorsunuz? Okurken bizleri üzen, kızdıran, ağlatan, öfkelendiren olaylar ve kahramanlarla, onları yaratırken ve sonrasında siz iç dünyanızda nasıl bir iletişim ve etkileşim içerisine giriyorsunuz?

A.K. : Metinle birlikte başlayan yeni bir hayat gibidir yazma eylemi. Başlaması dolambaçlı gelse de, metne eklenen her harfle yolunuz, köşe dönülmüş gibi önünüzde açılabilir. Git gide her olayın, her adımın anlam kazandığı ortam oluşur; olayların içinde bir anlatıcı, bir mekân, bir çocuk, yetişkin bir erkek, bir çeşme başı, bir tarih ve giderek çeşitlenen yüzlerce olayın içinde bulur insan kendini. Bir çocukluğundadır; tarih ve coğrafya olarak. Bir, kaynak olarak yeğlediği kitapların birine, zihninin bilinçsizce seçtiği bir yerinden girmiş dolaşmaktadır. Her aykırı kaynak, olay, mekân bile artık kendini ele vermekte, yazar kendine gerekli gördüğü olayı, kahramanı ve mekânı özlediklerinden, anılarından süzüp kâğıt üstünde var etmektedir. Verimli bir sulak vadide küçük bir kaynak kaynamakta ve siz onun güneşten çaldığı pırıltısını, serinliğini, yararını, berraklığını, güzelliğini soğurmaktasınız.

Yazar; mekânlar, kahramanlar, olaylar ve anlatım dili kargaşasıyla karışmış başını yastığa koyduğunda, uykuya düşene kadar soğurduğu, düşlediği parçalarını düzene koymaya çalışır. Kendisi unutulmuştur bu dönemde. Uykuya düşmeden önceki son düşünceleri,  üstünde çalıştığı eserden kopamaz bir türlü. Metne ilişkin basit ya da karmaşık sorunlar bile yatağını dikenleriyle kaplamıştır. Zihinsel gücün tamamı sayfalara odaklanmıştır. Sabah uyandığında, bu algı bilince ulaşmamışken, gözü açılmamışken… Aynı şeyler yeniden gözlerine ve içine dolar. Bu sıkıntı, aylar ve romanlarımda yıllar sürer.

Sayfalar üst üste yığılırken, yazar kafasının çektiği, yoğun enerjinin oluşturduğu gözlerin zayıflaması, yıllar sonra skleroz teşhisi konulacak kadar ağırlaşıp kırılmış gibi ağrıyan beli, giderek artan - her halde titizliği ve mızmızlığından gelen- metninin bu kez tutmadığı, belki çok sıradan bir anlatı yazabildiği, zaten kendisinin malzemesini bitirmiş bir bilinçsiz olduğu, gibi olumsuz duygulara kapılacaktır.

Metninin bitmiş olduğunu algıladıktan sonra… “ Ne yazık ki, daha önceden yazdıklarımın çok aşağısındaki bu metin yüzünden büyük eleştiriler alacağım” değerlendirmesiyle… Kuşkular içinde yayınevine teslim edecektir.

Geriye kalan boş bir çuval gibi omurgasız bir beden, beyni eriyip akmış olduğu için, düşünce üretemeyen bomboş bir kafa olarak, bir süre “ Altın Beyinli Adam” gibi dolaşacak… 

Bu değerlendirmelerim,  her uzun ya da kısa metnin ardından yazarın çektiği işkencenin özetidir. Ama zaman diye bir şey ve yazarın onlarca yılda biriktirdiği gözlemleri, algıları, öykü başlangıçları, kitapları, yazarları vardır. Bunlar sağaltıcı ilaçlarıdır. Yeniden başlama gazını topuklayan doğal uyanış…

Boş çuval dediğimiz o kişi bunların etkisiyle ete kemiğe bürünür. Kafa yeni algılar ve planlarla dolar, anlatı ândan bir başka âna geçerken görünür gibi netleşmeye adeta somutlaşmaya başlar…

E.T.T. : Eserleriniz bazen bana bir yapbozun bir araya getirilmiş parçalarını anımsatıyor.  Özellikle ‘Zehir Zıkkım Hikâyeler’den bazılarını başa dönüp, olaylar ve insanlar açısından iki farklı bakış açısıyla tekrar okuyorum. Amacınız okuru eleştirel düşünceye yöneltip, ona felsefi sorgulamayı mı aşılamak?

A.K. : Ben okurunun da çaba göstermesini bekleyen bir yazarım. Her ayrıntıyı okura vererek onu tembelliğe alıştırmanın sanata saygısızlık olacağı inancındayım. Açık yollar, açık sonlar da bırakabiliyorum. Düşünsün ve kendince bir son oluştursun. Hatta “İpekböceği Bakıcısı” adlı hikâyemde, üç ayrı son yazdım. Okur istediğini yeğlesin. Her farklı son akla yakın gelebilecek olabilirliktir. Okumanın “ keyif “ sözcüğüyle ifade edilmesi, okur olarak da, yazar olarak da benim canımı sıkıyor. Okumak ciddi bir etkinliktir. Bilgiye de duyguya da yol verir; dahası, ufuk açıcıdır. Birtakım trükler kullanmayı, böylece okuru dikkatli olmaya yönlendirmeyi yeğlerim. Örneğin bir küçük olayı anlatmaya başlar, meraklı bir yerinde keserim. Böylece okur dikkatsizlik ettiğimi yazmayı unuttuğumu sanır. Hiç umulmadık bir yerde bir veya birkaç cümle ile o açık ucu kapatırım. Okurlar, özellikle yazarla aynı kanıda olmadığını inanılır gerekçelerle anlatanlar… Onların başımın üstünde yerleri var. O türden okurla tartışmak ne güzel şeydir. Ben burnu havada bir insan değilim. Ama aptal olanlara dayanmak zorunda da değilim.

Asal tipleri, hatta karakterleri bile uzak bir duruşla anlatmayı yeğlerim. Bu okura, onun algısına, zekâsına duyduğum saygıdan dolayıdır. Kişilerimi okurlara net biçimde, yani iyi ve kötü olarak sunmak hem onları yönlendirmek anlamına gelir ve bu saygısızlıktır; hem de edebiyatın okuru duygu ve düşünsel olarak yücelme eğilimine aykırıdır. Sanat, alıcısına, eseri iyiliklerle dolu ve sanatçının tercihinin doğru olduğu iddiasında olarak algılatmak zorunda değildir. Böyle düşünülürse, güdümlü sanat yapılmış olur ki… Algıya ve zekâya saygısızlık edilmiş demektir. Yazar ideolojisini savunmak için sanatı kullanıyordur.  İnsanlık değerlerini zaman zaman zorlayarak sunuyordur. Dünya bu tür eserlerle doludur. Ama… Bu türler yenilik getiremez. Bağımlı eserlerin hiç birini sanat dalında başarılı sayamam. Sanatın asal amacı özgürlüktür ve algıyı, düşünceyi ve duyguyu tartışma yeteneğini geliştiren bir güçtür. Genel olarak okurun da, yazarın kendisinin de, dolayısıyla yarattığı tiplerin de mutlaka eksik ya da kolaycı yanları ve yanlışları vardır. Doğaldır bu. Bence tartışma yolunu açmak iyi bir sunum yapma anlamına gelir.

O yüzden her okurun yazarı eleştirme hakkı vardır. Okurun haklı eleştirileri beni çok hoşnut eder. Sevindirir desem belki daha doğru. Okurun dikkatinin ve algı yeteneğinin kalitesini gösterir bu. Şablonlara yüz vermediğini kanıtlar.  Böylesi okurlar yazarda saygı uyandırırken, öte yandan çok daha dikkatli olmayı ve iyi ile kötü arasında sıkışmamasını destekler. İşte onlar has okurlardır. Ben onlar için yazarım. Bu tür okurları kazanmanın sevinci anlatılır sevinç değildir.

Benim amacım okuru onun birikimine, edebiyata yaklaşımına, hatta belki ilgilendiği bir duruma ilişkin olarak farklı okumalar yapma olanağını sağlamaya çalışmak. Ama ilginç yaklaşımınıza, -beni fazlaca yücelttiğiniz için- teşekkür ederim.

E.T.T. : Bir hikâyeyi yazmaya başladığınız ve bitirdiğiniz anlardaki hisleriniz nelerdir?

Gözümün önündeki var olmayan bir kapıyı açarken (? !) neyle karşılaşacağımı, başarılı mı yoksa başarısız mı olacağımı bilmemenin kuşkusu ile başarabilirsem bir paylaşım daha kazanabileceğim beklentisi arasında ikircikliyimdir. Öte yandan kendimi çok genç hissederim. İlkyazımdaki ana izleğin başarılması halinde güçlenirim ve an az iki defa daha yazma gücünü kazanırım. Başaramadığım zaman… Hiç hoşlanmadığım biçimde kendime iş çıkarır, onu unutmuş gibi yeniden başlarım. Bazıları yine de olmayabilir. Konuyu ve anlatma biçimini daha sonra ele almayı umut ederek bekleyenler dosyamda yer alırlar. 

Beğenerek bitirdiğimde ise, canlı bir şeyi okşuyormuşum, öpüyormuşum gibi bir sevinçle ve müthiş bir hoşnutlukla beni anlayacak biriyle paylaşmayı isterim. Ama… Paylaşmam. Özellikle hikâyelerimi yayınlamak, dergilere göndermek yeğlediğim bir yöntem değildir. Bunun yerine kitap halinde okura bir sürpriz yapmak büyük sevinç kaynağıdır.

  1. 1. Bunun nedeni kendi coğrafyamız, insanımız, kendi doğamızdaki değerlerimiz, toplumsal geçmişimiz ile kendi acılarımız ile nice uzun zamanlarda oluşan karakterimiz yüzünden oluşan algılardır sanırım. 

 

  1. 2. Ben adalet duygusu olan bir insanım. Bırakın yakın olduklarımı, kendimi bile mahkûm etmeyi bilirim. Aile içindeki niteliğim “ Ayla makuldür”. Belki de küçüklüğümden beri bu koşullanmışlıkla yaşadığım için, haksız ve yanlı tutumlara hak vermem. Doğru tek bir tanedir. Yanlış ise bin tane.

Bu tavır, haksızlıklara karşı çıkmayı zorunlu kılar. Ezilen insandır benim savunduğum. Kadına yönelik baskı, önce aileden başlar. Çok eski çağlardan beri kız çocuğunun yeğlenmemesinin aile ve toplumsal değerleri oluşturan en önemli baskı aracına dönüşmüş olduğunu sanıyorum. Kadına baskı içerden başlar ve toplumsal değerlere yansır. Oysa erkeklere yönelik baskı dışardan gelir. Başka toplumlardan. Daha güçlü toplum, birey ve kurumlardan gelen baskıdır.