Ekolojik Miyopluk

Doğa sevgisi ile büyüyünce insanın çevreye olan duyarlılığı da daha bir fazla ve farklı oluyor.

Üniversitede yaklaşık on yıldır çevre bilgisi dersi vermemin yanı sıra özellikle organik gıdalar ve yeşil mühendislik teknikleriyle ilgili konulara yönelmem doğaya karşı kendimi sorumlu hissetmeme dayanıyor.  Ancak doğal ortamlara olan ilgi ve sevgim çocukluğuma kadar gider. Bizler sokaklarda, kırlarda korkusuzca gezip oynayabilen, okullarımızda doğa sevgisi aşılanmış çocuklardık. Bu yaşamın tadını tatmış belki de son nesildik. Apartman blokları arasında geçen bir yaşam şekli bizlere henüz dayatılmamıştı.

Bir ilkokul öğrencisi diyor ki ‘’evde oynamayı daha çok seviyorum çünkü bütün elektrikli aletler orada’’ 

Günümüz çocuğunun durumu ise özetle böyle…

Doğa sevgisi ile büyüyünce insanın çevreye olan duyarlılığı da daha bir fazla ve farklı oluyor. 

Dünya çevre günü için böyle bir yazı yazma arzusu da sanırım bu hassasiyetimden kaynaklandı.

Anneler, babalar, eğitmenler ve diğer yetişkinler olarak çocuklara doğanın değeriyle ilgili bir şeyler söylerken hep birlikte eylemlerimiz ve belki de farkında olmadan verdiğimiz mesajlarla onlara dürüst olmadığımızı gösterdik

Kısacası bu konuda eylem ve söylemlerimiz birbirini tutmadı.  Her şey havada kaldı ve yeni nesiller ekolojik değerlerin ve ilkelerin tüm canlı yaşam için önemini kavrayamadı. 

Uygarlık tarihi boyunca çevre insanların münferit değil, alışkanlık  haline getirdiği düşünce ve eylemlerle  şekillenmiştir. Dolayısıyla insan eylemlerinin ekolojide karşılık bulan etkileri uzun dönemli davranışlara karşılık gelir.

Günümüz dünyasında olan bitene baktığımızda küresel bir iklim felaketine doğru sürüklenmemize rağmen vurdumduymaz ve bencil bir insanlık görüyoruz.

Dünyanın hemen her yerinde bir iklimsel karmaşa varken, giderek büyüyen tehlikeye umarsızca seyirci kalarak, belki de görmezden gelerek hep birlikte bir ekolojik görme bozukluğu kısaca ‘‘ekolojik miyopluk’’ yaşıyoruz.

Tüketim toplumu haline gelen Sapiens’in daha çok üretme ve tüketme sevdası gezegenimizin kirlenme hızını artırırken kurtulma şansını daha da azaltıyor.

Çevresel sorunları çözüm masasına yatırıp, tartışmaya başladığınızda herkes kendi dışında bir başkasını suçlarken, kapitalist sistem çıkarlarından asla ödün vermeden bildiği yolda devam ediyor. 

Böylesi durumlarda suçlanacak başka birilerini bulmak insanoğlunun en önemli meziyetlerinden birisidir. Üstlenmek yerine suçu başkalarına atmak psikanalistlerce ‘’yansıtma’’ olarak tanımlanır. Doğal olarak bu anlayış tarzı bizi kurbanda yapıyor, kötü adamda…

Ekolojik sorunların küresel bir gerçek olduğu ve bir ortak çözüm üretilmezse evimiz olan yerküremizde kimseye yaşam şansı kalmayacağını ya cehaletten ya da ekonomik çıkarlardan dolayı anlamama veya görmeme tavrı bizleri kötü bir sona doğru götürüyor.

Hal böyle olunca ‘bilmediğimizin ya da görmediğimizin bir önemi yoktur ‘ anlayışı çoğumuzu burnunun dibindekini göremeyen aşırı derecede miyop insanların düzeyine getirmiş bulunuyor.

Endüstriyel olarak üretilen her nesnenin doğal ortama verdiği birçok toksik madde olduğunu hepimiz biliyoruz. Ancak bunların çevrede ne kadar kirlilik yaptığı konusunda hiçbirimizin bir fikri olmuyor. 

Endüstriyel boyutta üretilen her ürün kendisini oluşturan bileşenleriyle birlikte bir proses aşaması yaşıyor. 

Her mamül maddenin bileşenlerine bağlı olarak geçirdiği süreçler ürünün imha aşaması da dahil olmak üzere doğa üzerinde kimi olumsuz etkilerde yaratıyor. Bütün bunları görülebilir hale getirmek ve hesaplayabilmek için ‘yaşam döngüsü analizi’ne (YDA) tabi tutmak gerekiyor.

Peki bütün bunları bilmemiz ne işe yarayabilir? 

Bizler bir ürünü üreten, tüketen veya satan kişiler olabiliriz. İşte bu noktada söz konusu ürün/ ürünlerin saklı etkilerini bilirsek daha güzel bir geleceğin adımlarını atma fırsatını yakalayabiliriz.

Doğaya saygılı ürünler hepimizin ilgi ve sevgisini hak eder.

 Ama gerçek böyle midir? 

İngilizce ifadeyle ‘’Green Washing’’ adıyla bilinen ve yeşil yıkama / badana olarak ifade edebileceğimiz durum tam da burada ortaya çıkmaktadır.

Bu ifade bir ürünün tüketiciyi yanıltarak çevre dostuymuş gibi gösterilmesi anlamına gelmektedir.  Örneğin atık giderme tesisi çalıştırmak, fabrika bacalarında filtre kullanmak veya arıtılmış suyu prosesin bir yerinde değerlendirmek doğaya verilen zararı azaltsa da bu yapılanlar doğa dostu bir işlem gibi gösterilemez.

Aslına bakarsanız geniş bir yelpazede uygulanan doğa dostu teknikler ve hizmetler olarak kabul edilen yeşil teknolojilerin hiçbiri bir ürünü tamamen doğa dostu yapmaz. Zira üretim yerinde uygulanan her proses mutlaka doğaya az yada çok zarar verir. Dost kelimesi burada bizi kurtarsa da doğayı kurtarmıyor ne yazık ki.

Bu noktada ancak verilen zararın oranı tartışılabilir. Üstelik yeşil mühendislik bir ürünün tamamında değil de herhangi bir aşamasında kullanıldı ise ve  mamül madde  ‘’çevre dostu’’ etiketiyle pazarlanıyorsa bu durum Norveçli yazar Henrik İbsen’in ifadesiyle  bir ‘’Hayati Yalan ‘‘dır. Ya da görülmesi istenen resmin çerçevelendirilip önümüze koyulmasıdır.

H. İbsen acı verici gerçekleri kapatan rahatlatıcı hikayeler için bu terimi kullanmıştır.  Çevre dostu tabir edilen ürünlerin yeşil standartları ne yazık ki tüketici üzerinde bir ekomiyopluk yaratmakta ve söz konusu ürünler satış aşamasında bir pazarlama avantajı kazanmaktadır. Zira doğaya duyarlı olan her tüketici bunları doğayı hiç kirletmeyen ürün kabulü içinde satın almakta ve bunun huzurunu yaşamaktadır. Ama bu teknik olarak mümkün değildir. Alternatif enerjilerden birini kullanıp emisyon kontrolü yapabilirsiniz, toksik atıklarınızı azaltabilirsiniz, bazı maddeleri geri kazanabilirsiniz ama doğaya verilen zararı sıfırlayamazsınız.  Ancak optimize edebilirsiniz. Dolayısıyla doğaya zarar vermeyen bir üretim tarzı yoktur sadece minimize edilmiş hali vardır. 

Bizler organik ürünleri satın alırken içimizde bir rahatlık duyarız. Aldığımız ürün sağlığımız içinde, doğa içinde uygundur. Örneğin organik pamuktan üretilmiş bir tişört aldığımızı düşünelim. Cildimizde alerjik bir etkiye neden olmaz.  Ancak organik bir tişört için yeraltından eksilen su hiçbirimizin aklına gelmez. Zira pamuğun tarım şekli gereği yüksek oranda su kullanmak zorundasınızdır

Sosyal yaşamda olduğu gibi sanayi alanında da söylenen her hayati yalan gerçeğin üzerine giydirilmiş bir kılıftır. Doğal olarak her türlü hayati yalan, yaşayabilmek için kendi hikayesini de yaratmak zorundadır. 

Sözün kısası üretimi sırasında çevreye olumsuz etkileri olan bir ürünün birkaç yeşil mühendislik işlemi görmesi veya geri dönüşümlü bir ambalaja koyulması onu çevreci yapmamaktadır.  Bu şekilde yaratılan olumlu imaj ona maskeli bir sempatiklik getirmekte ve bir yeşil pazarlama masalı ile raflara yerleşmektedir. 

Bu nedenle endüstriyel ürünlerin yaşam döngüsünü baştan sona bilmeden onun ne kadar doğa dostu olduğunu bilme şansımız ne yazık ki yoktur. Kuşkusuz doğaya en az zarar veren teknik ve hizmetleri hepimiz onaylarız fakat yapılan işlemlerin bir pazarlama taktiği ile doğayı kirletmemiş gibi sunulmasını da kabul edemeyiz.

Bir süre önce ‘’senden önce ben ‘’ (me before you) isimli bir film izlemiştim. Sanırım dünyada yapabilseydi günümüz insanlığına bu sözü söyler ve gezegenin kirlenmeden önceki güzelliklerini bize gösterirdi.

Son zamanlarda dünyanın birçok yerinde olduğu gibi ülkemizde de seller, fırtınalar gibi yıkıcı birçok iklim olayı yaşanıyor. Uzmanlar küresel ısınmada sıcaklık artışının +2 0C ‘nin altında tutulmasına dair sürekli uyarılar yapıp, bu konuda raporlar hazırlasa da hali hazırda sera gazı emisyonlarını azaltma çabalarının küresel ölçekte boş olduğunu görüyoruz. Bu işin net çözümü fosil yakıt tüketiminin sonlandırılmasında yatıyor. Ancak fosil yakıtların bu işin tarafı olanlara getirdiği kazanç, yaşanan iklim olaylarının getirdiği her türlü zarardan daha yüksek olduğu için bu konuda iyimser beklentiler içinde olmak pek olası görünmüyor.

Küresel kazanç çok yüksek olunca fosil yakıt lobisinin direncini kimse kıramıyor. Yenilenebilir enerjilerin 2019 yılı küresel durum raporuna baktığımızda fosil yakıt tüketiminden kaynaklanan karbondioksit emisyonlarının 2018 ‘de %1.7 arttığını görüyoruz. Fosil yakıt şirketleri, iklim değişikliği politikalarını geciktirmek, kontrol etmek veya engellemek için elinden geleni yapıyor. Toplum üzerinde olumlu etki yaratmak için yaptığı reklam harcamaları ise yüzlerce milyon doları buluyor.

İklimsel sorun yaratmayan enerji kaynakları bildiğimiz gibi sürdürülebilirliği olan alternatif enerji kaynaklarıdır.  Acaba onlarda yaşadığımız çevre için tamamen masum mudur?  

Duyarlı ve dikkatli olmazsak,  bu temiz enerjilerle de ne yazık ki bazı sorunlar yaşayabiliyoruz.

Örneğin hidroelektrik santralleri (HES) yenilenebilir enerji kaynaklarından biri olmasına karşın durum ülkemizde oldukça problemli görünüyor. HES’lerin yapımı yöre halkının geçim kaynağı olan tarım ve hayvancılık için gerekli su kaynaklarını azaltıyor ve göçü tetikliyor. 

Bir başka yenilenebilir enerji kaynağı ise jeotermal enerjidir. Ülkemiz jeotermal potansiyeli açısından dünya ülkeleri içinde ilk sıralarda bulunuyor. Yapılan araştırmalar dünya nüfusunun %17 sinin elektrik ihtiyacının jeotermal enerji kullanımı ile sağlanabileceğini gösteriyor.  Sera gazı emisyonlarını azaltan bir enerji kaynağı olmasına rağmen gerekli önlemler alınmazsa hava, yüzey ve yer altı suları jeotermal sıvıdaki kimi  kimyasal maddeler ile kirlenme riski taşıyor.  Bu kimyasalların insan hayatı, evcil hayvanlar, tarımsal ürünler ve yabani yaşam üzerindeki etkilerinin özellikle dikkate alınması gerekiyor.

En temiz enerji kaynaklarından biri olan rüzgar enerjisi de çevre üzerinde bazı sorunlar yaratabiliyor. Örneğin göçmen kuşlar rüzgar santrallerinden kötü etkilenebiliyor. Yanlış bölgeye kurulan rüzgar santralleri kuşların göç yollarının değişmesine neden olabiliyor. Bu durumda bölgedeki kuş faunası olumsuz etkileniyor. Bu nedenle türbinlerin kuşların göçünü etkilemeyecek şekilde tasarlanması önem taşıyor. Santrallerin mini iklim değişikliklerine de neden olabildiği biliniyor. Ayrıca gürültü kirliliği yapmaması açısından yerleşim yerlerine belirli bir uzaklıkta olması gerekiyor.

Çevreye yönelik olarak yapılan her türlü proje halkın desteğini almak zorundadır. Aksi halde bir dizi sorun çıkmakta, yatırım ya da projeler toplumsal faydaya dönüşememektedir. Böylesi projeler için ÇED raporları hazırlansa da ne yazık ki işlevi ve ciddiyeti açısından güvenirliği tartışmalı durumlar ortaya çıkmaktadır. 

Ekomiyoplukla ilgili önemli bir konuda dünyada giderek artan elektronik çöplerimizin getirdiği tehlikeler…

Buzdolabı, çamaşır, bulaşık makinesi, soğutma, iklimlendirme ve iletişim cihazları, televizyon ve monitörler, aydınlatma ekipmanları, pilli oyuncaklar, izleme /kontrol aletleri, küçük ev aletleri ve benzerleri elektronik çöplerin başlıcaları olarak sıralanabilir.

Elektronik çöplerden cep telefonlarımız verimli olarak birkaç yıl kullanılabiliyor. Daha sonra yeni bir modelle değiştiriliyor. Değiştirme niyetimiz olmasa bile zorunlu güncellemelerle telefonumuz çalışamaz hale getiriliyor. İşler durumda olan bir yazıcının bir süre sonra kartuşu piyasadan kalkıyor ve biz yeni bir yazıcı almak zorunda kalıyoruz. Kimi zamanda kartuşun fiyatı bir yazıcı fiyatına yaklaşıyor.

Bu ve benzeri tüm elektronik ürünler üreticileri tarafından sınırlandırılmış bir kullanım ömrünü tamamladıktan sonra dünyada giderek artan korkunç bir çöp yığınına dönüşerek içerdiği toksik bileşenlerle birlikte doğada ciddi bir kirlilik yaratıyor. 

Ülkemizde de durum çok parlak değil. Hurdacılar elektronik atıkları kırarak içinden maddi değeri olan bazı parçaları alırken, bu esnada doğaya ve kendilerine verdikleri zararın farkında bile olmuyorlar.

Televizyon, bilgisayar monitörü ve video kameralarda bulunan katot tüplerinin yasadışı olarak boşaltılması kanserojen etkiye sahip kurşun, baryum ve diğer kimi ağır metallerin yeraltı sularına sızmasına neden olurken, toksik fosforda bir yandan çevreye yayılıyor. 

2021 yılında dünyadaki e-atıkların toplam miktarının 52.2 milyon tona ulaşılacağı öngörülüyor.  Sadece ABD’de yılda 30 milyon adet bilgisayarın çöpe atıldığı tahmin ediliyor.  ABD kuşkusuz 7 milyon tondan fazla e-atığı ile dünyanın başlıca elektronik çöp üreticisi olarak sıranın başında duruyor. Bu ülkeyi 6 milyon tonla Çin ve 2.2 milyon tonla Japonya izliyor. 

Birleşmiş Milletler Uluslararası Telekomünikasyon Birliği’nin raporu 2016 yılında çevreye yaklaşık 45 milyon ton e-atık atıldığını ve bunun sadece  %20 ‘sinin geri dönüştürüldüğünü yazıyor. Rapora göre 45 milyon tonluk e-atığın maddi değeri yaklaşık 55 milyar doları (sadece akıllı telefonların değeri 9 milyar dolar) buluyor. Ancak bu atıkların çoğu geri kazanılmıyor. Türkiye 503 bin ton e-atık miktarı ile 184 ülke arasında 17.sırada bulunuyor.

Gelişmiş ülkelerdeki sorumlular kimi zaman kendi yasalarından kaçarak e-atıklarının büyük kısmını tüm etik değerleri hiçe sayarak az gelişmişlere gönderiyor.

Elektronik cihaz mağazalarının vitrinlerinde ışıl, ışıl görüntüleriyle insanların duygularına da hitap eden iletişim çağının estetik ve akıllı cihazları giderek gelişirken, dünya 5 G’ ye doğru gidiyor. Kuşkusuz böyle bir gelişme, yaşadığımız ortamlarda elektromanyetik kirliliği daha da artırırken DNA hasarı nedeniyle yeni hastalıklar ve belki de tüm canlı türleri için kimi mutasyonlara da zemin hazırlayabiliyor.

Ekolojik zeka kitabının yazarı DanieL Goleman ‘Yeşili bir sıfat değil, bir fiil olarak düşünmemiz gerektiğini vurguluyor.

Gerçekten öyle. Yeşili yaratmak ve korumak yazarında vurguladığı gibi her koşulda bir fiil, bir eylemdir. Aksi takdirde yeşil kelimesini birtakım pazarlama taktikleri içinde kullanırsak amaç farklılaşır.

Yazının devamı