Uzak Diyarlardan Öyküler: Madrid Yazına Bir Adak

Yazar : Ozan DURMAZ

Callao Metro İstasyonu'nun Gran Via Bulvarı yönündeki merdivenlerini olabildiğince hızlı çıkmaya çalışırken, şehrin gürültüsü başını döndürüyordu.

Callao Metro İstasyonu'nun Gran Via Bulvarı yönündeki merdivenlerini olabildiğince hızlı çıkmaya çalışırken, şehrin gürültüsü başını döndürüyordu. Bugün itibariyle tam otuz yedi yaşındaydı ve ailesi hala gece geç saatlere kadar içip, ancak öğlen yataktan kalkabildiği bu hayat tarzını hiç olumlamıyordu. Ondan evlenmesi, çocuk yapması bekleniyordu fakat o turizm dünyasının canhıraş hayatını sürmenin gülümseyen hüznünü, pekiştirerek içinde büyütüyordu. Sokak seviyesinden üzerine doğru sarkan sesler ve güneş ışığı başını ağrıtıyor, onu yavaşlatıyordu, yine de henüz geç kalmış değildi. Alelacele bir mücadele içinde çıkıp köşedeki sokağa döndü...

Cerveceria 100 Montaditos'un metal sandalyelerinde yine birileri tek bir bozukluğa aldığı İberya jambonu ya da zeytinyağı, taze fesleğen ve domatesli minik ve ucuz sandviçlerini yiyor, birileri ise ayak üstü buluşmanın dağınıklığıyla, limonlu bira bardağı boşlarını masalara sıralıyor, kalitesiz patates cipsleri ve adisyon kağıtları ufak konfetiler şeklinde yerlere saçılıyordu. Gün yapış yapış sıcak ve olağan akışındaydı. Büyük Sol Meydanı'na açılan Montera Sokağı günün her saatinde olduğu gibi iki yönlü insan akışına sahne oluyor, şimdi o işe giderken, neredeyse bütün Madrid iş yerlerinden ayrılmış, evlerine gidiyordu. Grup, onu İspanya'yı şaha kaldıran 3. Carlos'un şaha kalkmış atlı heykeli altında bekleyecekti. Elini kaşlarına dayadı, hızlı adımlarla ilerledi, Haziran sıcağının teri parmağında damlalaştı, meydanı dolanan parke taşlarına damladı. Heykelin etrafında olağan insan hengameleri dönüyordu ancak kendi grubu olabilecek bir topluluk göremiyordu. 

Alacağı aile burada değildi. Sırasıyla, sağına, soluna, saatine ve yakıcı güneşe baktı. Gözlerini kapattı, dün geceden bu sabaha kadar karıştırarak içtiği içkiler nedeniyle ince ince midesi ekşiyor, dönüyordu. Beş dakika geç kaldı diye onu beklemeden gitmiş olabilirler miydi? Telefonunu nemlenmiş cebinden çıkarttı, Michael yazılı kaydı aradı. Ortalama bir İspanyol'ın kırık İngilizcesi'nden hallice, ezberlenmiş kalıp cümlelerin nezaketiyle, karşısındaki müşteriye siesta sonrası bu Cumartesi öğleden sonrasında neden olması gereken yerde olmadığını ve onu  beklettiğini, dışından küfretmeden sormaya çalışıyordu. O sırada yanına broşür dağıtan bir genç öğrenci yaklaştı, muhatap olmamak için elindeki broşürü alıp onu uzaklaştırmak için hızla elini kolunu salladı, hızlı hareketiyle kaşlarını aşan teri gözüne kavuşmuştu, yakıyordu. Gözlerini kapattı. Telefonu kapattı. Kimse gelmemişti ve kimse gelemeyecekti. Yalnızdı. Hışımla elindeki broşürü havada savurdu; neden böyle saçma sapan, lanet olasıca kaprisli bir ailenin işini kabul etmişti ki?!?

Asla ve asla almayacağı turist grupları arasında, şirket ve aile toplulukları geliyordu. Kaprisleri, kendi arasındaki kinayeli ilişkileri, olağan bir lezzet turunu mahvetmek için tüm özellikleri taşırken neden bunu kabul etmişti ki? Hem de bir aile şirketi! Yine de, onlarca genç öğrenci ile bardan bara sabaha kadar gezinmektense, daha yaşlıca ve kolay yorulan bir grubu gezdirmek daha işine gelir diye düşünmüştü, hem iyi de para vereceklerdi ancak anlaşılan beklenmeyen bir iş yemeği daveti planları alt üst etmişti. Neyse ki, paranın bir kısmını garanti olarak baştan almıştı. Elini istemsiz cebine götürdü, meydanın kalabalığı etrafında dönüyor, onlar döndükçe kendini kaybedecek oluyordu. Farkında olmadan eline tutuşturulan kalın broşürü cebine koydu. 

Belki de, uzun süre sonra bu Cumartesi akşamı o da herkes gibi kalabalık ve eğlenceli bir gece geçirebilir, hem tek başınalığıyla kalakalmaz, hem de özlediği dostlarını görebilirdi. Telefonu tekrar açtı, ardı ardına bir kaç arama yaptı, fakat her şey için çok geçti, elbette tüm dostları haftanın beyaz yakalılar için bu en kıymetli akşamına ilişkin çoktan kendilerine göre planlar yapmışlardı. Evli olanlar günler öncesinden gelmesi kesinleşen misafirleri için alışverişe yönelmiş, diğer arkadaşları ise başka gruplar ile ya da sevgilileriyle planlar yapmışlardı. Kimileri ise, hayatın getirileri gereği, taşınmış, boşanmış, borca, derde batmış ya da bir şekilde savrulup gitmişlerdi ondan uzağa.

Kendini içine saldığı bu düşüncelerinden kurtulup kafasını kaldırdığında Cafe Madrid'in mermer basamaklarının önündeydi. "Şehrin En İyi Vermutu!" yazan yeşil renkli tahtanın pembe tebeşirli yazısı günün sıcağını atlatabilmiş tek şey gibi dikilmiş duruyordu. Merdivenleri çıkıp, bardaki herkese uzun bir selam verme faslı geçirdikten sonra, bir vermut isteyip, geçip geldiği gölgeli sokağın kıvrımına bakan masaya geçti. Şarabın içine akıtılmış brandy boğazını yakarken, tarçın hafifletti, zor bir gün oluyor gibiydi, henüz biraz dinlenebilmişti işte, en azından baş ağrısı biraz azalmıştı ve kadehteki kakulenin kokusunu almasına müsade ediyordu. Normalde buradan sonra kendi tur ekibini hemen aynı sokağın köşesindeki MiniBar'a götürür, orada onların İspanyol ve Latin mutfağının seçkin tapaslarını damaklarına haz ile yapıştırmalarıyla ilgileniyor olurdu. Müşterileri buranın portakallı domates sosu giydirilmiş, domuz pastırmasına sarılmış peynirli patlıcan tabağına bayılırlar, yerel tarifle hazırlanmış salsa ve avokado çeşnisi ile liflenmiş dana etini harmanlayan çıtır çıtır mini burritoları tadınca adeta kendilerinden geçerlerdi. Ancak bu lezzetli yemekleri bile canı istemiyordu, hiçbir arkadaşına ulaşamadıktan ve yine yalnız kaldıktan sonra ruhunu yorulmuş hissediyordu. Masaya bir kaç bozukluk bırakıp, bu tanıdık mekandan çıktı, Plaza Mayor'un hemen arkasında kalan kapalı pazar Mercado de San Miguel'e ilerledi, elinde güneşe siperlik yaptığı terli bir broşür vardı.

Camla çevrelenmiş binaya girdi, insanların gövdelerinin müsade ettiği boşluklardan ilerledi, sanki her şey onun üzerine geliyordu. Acılı zeytinlerin, zeytinyağlı ançüez ve sardalye tabaklarının, yağda pişen kalamarların, çeşit çeşit şarküteri ürünleri, peynirler ve şarapların yanlarından geçip, cam bir tezgaha bir boğuşmadan çıkmış gibi yaslandı, soluklandı, bir ara keşmekeşin içinde eski bir arkadaşını gördü sandı, geriye doğru baktı, tavandan sarkan mavi gri bir yengeç görüşünü kapatıyordu, bir iki adım ilerledi, kimseyi göremedi, rengarenk meyvelerin, kat kat makaron ve tatlıların olduğu bir başka tezgahın başında dikilen genç bir kadın ismini söyledi, ona selam verip gülümsedi. Ayak üstü bir kaç şakalaşma ve ortak bir arkadaşları hakkındaki kısa süren bir dedikodu sohbeti ona ferahlatıcı gelmişti. Bir şeyler içeceğini söyleyip arkadaşı Hernando'nun tezgahına geri gitti, bir bruschetta seçti, bir de IPA bira söyledi. Şerbetçiotunun aromasını nefes nefes içti, düşündü. Arka arkaya içine çektiği tezat kokular, keskin ekşilikler, mayhoş tatlıların arasından gülümsediği, şakalaştığı arkadaşları, hatıralarındaki insanlar, sanki sürekli azalan çevresi ve onlarla geçirdiği eski geceler, şimdi kendinden uzaklaşmış duran türlü eğlenceler gözünün önünden bir festival geçidi gibi ilerleyip, camekanların yansımalarında ışıklara ve etrafındaki insanların gürültüsüne karışıp kayboldu, gitti. Boşalmakta olan bardağının yanına bırakmış olduğu broşürü fark etti, açtı, bu aslında bir haritaydı. Cebinde ve elinde dolanmaktan biraz yıpranmıştı, üzerinde altın rengi büyük harflerle "Madrid Butik Bira Haritası" yazıyordu. Yüzüne, birden büyük bir gülümseme oturdu.

Etrafındaki kaostan bir anda koptu, çalışmadığı zamanlar evde miskin miskin oturuyor, çalıştığı zamanlarda da gezdirdiği grupların içinde kendinden kaçıp kaybolup, ertesi günün sabahını dahi ıskalayacak kadar içiyor yok oluyordu. Oysa, tadı ve keyfi için bira içmeyi, içerken gezmeyi, gezerken birileriyle tanışmayı ve güzel hatıralar edinmeyi, yeni insanlarla yeni keşiflere açılmayı ne kadar da severdi. Şimdi kendinden korkan, sanki veba salgınındaymışçasına günlerini içine kapalı geçiren bu hali nedendi ki? Kendini, haritayı, hayatındaki tüm mesafeleri sorguladı.

Haritayı hızlıca kapattı, toparlandı. Önce La Latina'daki La Tienda de la Cerveza'ya gidecek, taze bir İspanyol Omleti ve Saison tip enfes bir mevsim birasının bahar tadıyla kendince bir kahvaltı yapıp kendiyle barışacak, sonra Embajadores'te yer alan Craft Against The Machine'e geçecek, kuru meyveler, ince kıyılmış taze otlar ve bulgurla yapılmış bir minik öğlen yemeği ile amber bir biranın meşe kokan buruk tadında dinlenecek ve yeni insanlarla kesişecek, kim bilir belki de, yaz sıcağında ardına kadar kapılarını sokağa ve kabalıklara açmış mekanda, rehavetten sandaleti ayağından düşmüş, alımlı mı alımlı bir kadınla tanışıp, sırılsıklam aşık olacaktı. Belki de yeni bir arkadaş grubu ile tanışıp başka semtlere, başka hayatlara geçecekti. Belki, bunlardan hiçbiri olmayacak, aklındaki son durak, Lavapies'teki eski bir pasajda, son bir birayla bir başına yorgunca çöküp yere oturacak, fakat en azından özgür kaldığı bir Cumartesi akşamını, kendiyle barıştığı, benliğiyle kucaklaştığı yeni bir yarının öncülü bir gün olarak geçirmiş olacaktı.

Kendini dışarı atıp, dilencilerin arasından hızla geçti, Plaza Mayor'dan çıkıp şehrin güneyine yürüyen turistlerin önüne katıldı, sabırsızlanıyordu, daha hızlı ilerlemek için ara sokaklardan birine geçti, oradan bir diğerine, gülümsüyordu, hemen solundaki avlulu binanın girişinde, duvarın içine oyulmuş bir cam boşlukta, İsa'yı kucaklayan bir Meryem heykelciği gördü, duraksadı, başkaları bu yaşadığı duygusal değişimi dışarıdan izlese kesinlikle manik depresif ya da benzer başka bir psikolojik bunalımdan geçtiğini düşünebilirdi, tekrar gülümsedi, daha derin, gözünden bir damla yaş geldi... 

Naif gözyaşını silip, sokağın başındaki minik marketten görebildiği ilk teneke biraya uzandı, parasını ödedi, çıkıp oyuklu duvara tekrar yaklaştı. Birayı açtı, içmedi. Dolu tenekeyi camın önündeki demirlere yerleştirdi, ellerini birleştirdi. "Tanrım" dedi, "Bizi ne bu iniş çıkışlı hayatlarımızdan esirge, ne de onun yüzümüzü bir güldürüp bir sarkıtan sokaklarından alıkoy!"

Hafifçe eğildi, koşar adım sokağın ışıklı ucuna ilerledi...