Sağlığın Değerinin Arttığı Günlerde Mart ayına Bakış, Kadın Eserleri Kütüphanesi, Ayla Kutlu'nun Eseri

Corona virüsünün içeriği değil, etkilerini geçmişteki benzer durumlarla edebiyat aracılığıyla bir karşılaştırma sunacağım.

Mart ayında sıkıntılı bir sürece başladık ve bu sürecin etkileri halen devam ediyor. Bu süreci ve bilinçli şekilde atlatabilmek için, fiziksel önlemlerin yanı sıra, psikolojik ve sosyolojik önlemler de almalıyız. Bu sürece uyum sağlayabilmek için birbirimize daha çok destek olmalıyız.

Sağlık alanında çalışan bir doktor değilim. Corona virüsünün içeriği değil, etkilerini geçmişteki benzer durumlarla edebiyat aracılığıyla bir karşılaştırma sunacağım. Mart başında durumu İtalya gibi Türkiye de pek ciddiye almadı. Vaka ve ölü sayısı arttıkça önceden yoğun şekilde hissedilmeyen bir korku oluştu. Salgına yakalanma endişesiyle halkın bir kısmı dışarıyla olan temasını azalttı. Sonra günden güne çoğalan bir maske-eldiven-gıda stoku ile evlere kapanıldı. Eğitim uzaktan farklı sistem ve programlarla uygulanırken bazı alanlardaki yığılmadan dolayı sistemlerde de tıkanıklıklar yaşanabiliyor. 

65 yaş üstü vatandaşlara evden çıkma yasağı getirildi. Ben de evden zorunlu olmadıkça çıkmamaya özen gösteriyorum. Zorunlu ihtiyaçlar için çıkarken maske, eldiven, kolonya, dezenfektan gibi sağlık zırhlarımı (!) kuşanıp çıkıyorum. Yine de dışarıda yaşlılarımızı görünce, hele ki 65 yaş üstünde olduğu belirgin bir şekilde görülen vatandaşlarımızı görünce endişeleniyorum. İzmir’in canlılığı sönmüş, ölü şehir gibi sokaklar. Bazı yerlerde de hiçbir şey olmamış gibi gezenler de var. Hiç bu kadar kolonya-dezenfektan, bağışıklık sistemi güçlendirici tarifler paylaşılmamıştı sosyal medyada. Çok kısa süre içinde, neredeyse virüs kadar hızlı yayılan bir diğer şey ise, asılsız bilgilerdi. İşte korku ve panik! Bir küçük kıyametteyiz sanki. Bu süreçte birçok şeyi fark ettim. Mesleğim gereği evde fazla vakit geçiremeyen bir kişiydim. Ertelediğim, ötelediğim ne çok önemli şey varmış dedim. Ayrıca, doğru bilgi alabileceğime inandığım ulusal ve uluslararası medyayı takip ederek, fiziksel olmasa da zihinsel üretime ara vermeden hatta her zamankinden daha çok çalışarak, kimi zaman da İtalyan basınından ve yurtdışından gelen verilerin çevirisini yaparak geçiriyorum. (Gazete haberlerindeki resmi rakamlar her gün değişmekte olduğundan ve bu makalenin yayımlandığı tarihte güncel olmayacağından, buraya konu ile ilgili istatistik verilerini girmemeyi daha uygun görüyorum.)  Tedbiri elden bırakmadan, çalışmaya, üretmeye devam etmek benim için bu sürecin olumsuz etkilerini azaltıyor. Bir süre daha böyle olacak gibi görünüyor. O yüzden, şimdiye odaklanıyorum.

Bu süreçte Ayla Kutlu’nun “Yedinci Bayrak Urumeli’den İzmir’e” adlı eseri, birçok şeyi daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır. Bir göç romanı olsa da, içinde kadına, erkeğe, çocuklara, insana, tarihe, vatana, toprağa, doğaya ve inancın etkilerine yönelik pek çok şey var. En ilginç çeken konulardan biri de geçmişteki kolera ve tifüs salgınlarına da ilişkin satırlar. Eserde,  Osmanlı Devletinin son zamanlarında yaşananlarla güncel olaylar arasında benzerlik gösteren bazı durumlar var. Ben, bir tarihçi ya da politikacı değilim; bir filoloğum. Dolayısıyla bu makalenin siyasi anlamda herhangi bir propaganda ya da irdeleme amacı olmadığını belirtmek isterim.

 Neden Ayla Kutlu’nun özellikle de “Yedinci Bayrak” adlı eseri?  Bu eserle ilgili görüşlerimi bu yazının son bölümünde sizlerle paylaşacağım. Bu kitapla ve Ayla Kutlu’nun kendisiyle tanışabilmemin ardında iki sebep yatıyor. 

İlki, akademik görüşmeler sebebiyle Ankara’da oluşumdu. İkincisi de, Ankara’da olduğum günlerde, çok sevdiğim akademisyen bir yakınımın bana Varlık Lisesi’ndeki Kadınlar günü etkinliğinin davetiyesini iletmiş olmasıydı. İzmir’den sonra Ankara bana hep soğuk gelir. Bu sefer Ankara’da da güzel bir bahar havası vardı ve henüz corona panik günleri başlamamıştı. Özel Varlık Anadolu Lisesi Felsefe Kültür Sanat Derneği tarafından organize edilen konferansın moderatörlüğü Ankara Üniversitesi DTCF Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Feryal Turan’ın üstlendiği konferansta konuşmacılar ise Yazar Ayla Kutlu, Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı Genel Kurul Üyesi Narınç Ataman idi. 

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günü sebebiyle düzenlenen konferansta sunumlardan sonra söz, Ekofeminizm üzerine çok sayıda çalışmaları olan Prof. Dr. Feryal Turan’da idi. Prof. Dr. Feryal Turan bir sosyolog olarak toplumları incelerken pek çok eşitsizlikle karşılaşıldığını ve bunların başında sınır, cinsiyet ve ırk eşitsizliği olduğunu ifade etti. Bu eşitsizliklerinden en önemlilerinden birinin de cinsiyet eşitsizliği olduğunu vurgulayarak sözlerine başladı. 

Kadınların ne tür zorluklarla karşılaştıkları ve nelerle mücadele ettiklerinden bahsedilirken, toplumlarda farklı boyutlardaki iktidar ilişkilerinde kadın ve erkek ilişkilerine yönelik algının ne kadar önemli olduğunu anlattı. Aslında toplumdaki gerek eşitsizlik gerekse diğer sorunlarda, öncelikle algı insanların davranışlarını şekillendirmektedir. Bugün yaşadığımız bu süreçte de en büyük etki, virüsün kendisi kadar algı ve bilincin ne kadar önemli olduğunu bize mecburen öğretmiştir. 

Bu konferansta Feryal Turan’ın bildirimiyle, 2006 yılındaki Dünya eşitsizlik raporuna göre, kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğin kapanabilmesi için gereken yıl, 99.5. Yaklaşık olarak bir asır sonra ancak kapanabilecek bir eşitsizlikten söz edilmektedir. Bu rakam oldukça yüksektir. Bu eşitsizlikler, güncel süreci de etkileyen bir durumdur. 

Öncelikle eğitim ve sağlık alanlarındaki eşitsizlikler, maalesef içinde bulunduğumuz koşulları daha da sıkıntılı bir hale getirmektedir. Şöyle ki; korona virüsü sürecinden önce dışarıda çalışmayan ve evde vakit geçiren, kesimin büyük çoğunluğunu işsizler ve kadınlar oluştururken, çalışan ve okuyan bireyler olarak da halkın çoğunluğu evde vakit geçirmek zorundadır. Temizlik ve hijyen öncelikli olarak, halen kadının ev içi sorumluluğunda görülürken, bugün hepimizi ilgilendiren temel unsurlardan biridir.

Corona virüsünden korunmamızı gerektiren süreçte çalışan kesimin çoğunluğu işsiz kalmıştır. Bu ekonomik durum, ülkeleri sağlık kadar derinden etkilemektedir. Mesai saatlerinde evde vakit geçirmek zorunda kalan bireylerin sayısı arttıkça, kadının, kayıtlara geçmeyen emek ve iş gücü olarak ev içi sorumlulukları artmıştır. Prof. Dr. Feryal Turan’ın konuşmasında ifade ettiği üzere, kadınlar, dünyadaki çalışma gücümüm 2/3’ünü gerçekleştirmesine rağmen, yiyeceklerin yarısını ve dünyadaki gelirin %10’unu kazanmaktadır. 

Ayrıca, korona sürecinden en çok etkilenen kesim, öncelikle hamile kadınlar ve ev içi sorumluluk alanı erkeklerden daha geniş olan kadınlar. Çünkü salgın süresinde evin temizliğinden, her yerin en ince ayrıntısına kadar dezenfekte edilmesinden, evde bulunan aile üyelerinin temel gıda gereksinimlerini karşılamakla yükümlü olan çoğunlukla kadınlar. Corona virüsü salgın sürecinde, toplumsal cinsiyet eşitsizliği sorunları daha da artacak gibi görünüyor. Bunun en belirgin kanıtlarından biri de Avrupa Cinsiyet Eşitliği Enstitüsü’nün (Eurogender) paylaştığı “Covid-19’un Toplumsal Cinsiyet Açısından Etkileri Raporu”dur. 

Enstitü’nün raporu da, Korona virüsü salgın dönemlerinde, ailedeki bakım işlerinin çoğunlukla kadınların ve kız çocuklarının üs tüne yıkılmış olduğuna da işaret ediyor. Üstelik bu dönemde ihtiyaç duydukları maddi ve manevi desteği alamamalarının yanı sıra, su, temizlik ve hijyen hizmetlerine erişimlerinin de kısıtlandığını bildiriyor. İşte bu yüzden kadına yüklenen bakıcı ve sağlık çalışanı (% 70'i kadın) görev dağılımına bakıldığında, bu hastalıktan etkilenme oranları daha yüksek. Ayrıca,  bu rapora göre okulların kapatılması da, kadının ev içindeki sorumluluğunu büyük oranda artmasına sebeptir. Evdeki gıda güvenliğinden birincil derece sorumlu olan da yine kadındır. 

Rapor, kadın sağlık çalışanlarının temel hijyenik gereksinimlerinin yeterince karşılanamadığına da dikkat çekmektedir. Enstitü, raporda örnek olarak 2016’daki Ebola salgınına ilişkin verilerden faydalanarak,  salgının Batı Afrika’daki ekonomik etkilerinin yanı sıra, kadınların ve çocukların istismar, cinsel şiddet ve sömürü risklerinin de daha yüksek olduğunu belirtmektedir. Dolayısıyla, söz konusu konferansta işbölümü konusundaki eşitsizlik üzerine Prof. Dr. Feryal Turan’ın görüşlerine de dayanarak, kadının tüm olumsuz koşullara rağmen daha çok çalıştığını, daha çok yorulmakta olduğunu ancak emeğinin karşılığını yeterince alamadığı ifade etmek yanlış olmayacaktır. 

Dünya Sağlık Örgütü de kadınların, sorumlulukları oranında daha savunmasız olması sebebiyle sağlıkla ilgili süreçlerde erkeklerden daha çok etkilendiklerini ortaya koymaktadır. Öte yandan, özellikle son günlerde, sağlık çalışanlarına çok daha fazla ihtiyacımız var ve sağlık sektöründe çalışan annelerin de durumunu düşünmek zorundayız. 

Hastanelerde çalışan hemşireler de büyük risk grubundadırlar. Ayrıca, bu süreci az kayıpla atlatabilmemizi bilinçli toplumsal hareket ve bilime, emeğe saygıyla atlatabilmemiz mümkündür. Sağlık çalışanlarını sadece alkışlayarak değil, hak ettikleri değeri teslim ederek, kadınların ve kız çocuklarının bilimsel faaliyetlere daha çok katkıda bulunması için tüm insanlık adına üstümüze düşeni yapmalıyız. 

Varlık Lisesinde “Kadının Varlığı” konferansındaki diğer konuşmacı, Türkiye’deki ilk ve Tek Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı Genel Kurul Üyesi Narınç Ataman, katılımcılara çok değerli bilgiler sundu. 

Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı, “Kadınların geçmişini iyi tanımak, bu bilgileri araştırmacılara derli toplu bir şekilde sunmak ve bugünün yazılı belgelerini gelecek nesiller için saklamak” amacıyla kurulmuş bir vakıf. 

Konferansa Narınç Ataman’ın da belirttiği üzere, Türkiye’nin ilk ve tek kadın merkezli arşiv ve kütüphanesi olan Vakıf, koleksiyonları Osmanlı’dan günümüze Türkiye’de kadınlara ait ya da kadınlarla ilgili eserleri,  kadınlar tarafından, kadın eliyle, kadınlar hakkında, kadınlar için yazılmış, her türlü eseri içinde barındırıyor. Birçok kişi buraya gönüllü çalışmalar yapmak amacıyla geliyor ve kadın-erkek herkesin desteğiyle halka daha çok hizmet edecek olan, zengin bir kütüphane. 

Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı’nın resmi internet sayfasındaki bilgiye göre,  kütüphanedeki kaynaklar, kadınların kişisel arşivleri, aile evrakları ve arşivleri, mektuplar, günceler; kadın örgütlerinin kampanyaları ve kayıtları, sanat eserleri, kadınların otobiyografileri ve biyografileri, filmler, videolar, afişler, efemera, sözlü tarih kayıtları ve transkripsiyonlarından oluşuyor. Kadınlar hakkında başka hiçbir yerde bulunamayacak çok değerli bilgi kaynaklarını halka sunuyor. 

Her ne kadar korunmak adına evlere kapanarak birçok yere gitmekten çekindiğimiz bir korona virüsü salgını sürecinde olsak da umuyorum ki bu süreç bir an önce en az zararla atlatılır ve yeniden fiziksel mekânlara dönebiliriz. “Hiçbir şey sonsuza dek sürmez”, diye bir söz vardır. 

Bilgiye ulaşmak ve bilgiyi paylaşmak için evimizden ve bulunduğumuz şehirden de Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı ile iletişim kurarak bu süreci, dünyaya daha çok katkıda bulunarak geçirebiliriz. Böylece hem kendimizi başka bir bilgi deryasını içinde bulabilir ve de bağışıklık sistemimiz için temel unsurlardan biri olan toplumsal moral kaynağı da bulabiliriz. Bu süreçte, umursamazlık boyutuna vardırmadan, zihinsel ve ruhsal kaygılardan ne kadar uzak kalır ve kendimizi salgından korurken geliştirmeye de yönelik çabalar içerisine girersek, inanıyorum ki bu süreci daha kolay atlatacağız.

Bu konferansta kendisiyle tanışmış olmaktan büyük bir onur duyduğumu belirterek şahsım adına teşekkür ediyorum. Ülkemizin yüz akı bir kütüphane için İzmir’de yaşasam da elimden geldiğince gönüllü olarak hizmet etmekten mutluluk duyacağım.

Konferansın sonundaki soru-cevap kısmında, bana da söz hakkı verildiğinde bir soru sordum: “İncelediğim eserin kahramanlarından biri, gençlik yıllarında yaşadığı bir istismar olayını yazar ve bu kitap yayımlanır. Ancak pek çok eleştirmen tarafından “müstehcen” olarak yorumlanır ve toplumsal cinsiyet eşitsizlik açısından olumsuz etkilere maruz kalır. Esas meseleye gelecek olursak, kadınların yazarlık sürecinde, ilerlemelerini engelleyen ve zorluklarda sorun, eserlerin içeriği mi, bilimsel ve sanatsal boyutu mu, yoksa sadece “kadın” olmakta mı yatıyor?” Sorumu ilk cevaplayan Prof. Dr. Feryal Turan öncelikle toplumsal cinsiyet eşitsizliğini açıkladı: 

“Toplumlara baktığımızda kadınların belirli mesleklerde yoğunlaştığını görüyoruz. Bir de, dikey olarak eşitsizlik var. Yani üst düzey yöneticilerin daha az olduğunu, karar verme mekanizmalarında olmadığını görmekteyiz. Çünkü toplumda var olan cinsiyet temelindeki iş bölümünde kadınlar domestik alanda yani ev içindeki faaliyetlerle uğraşırken erkekler daha çok bilim, askerlik gibi akılla, yaratıcılıkla, “eş görülen” alanlarda görev alıyor. Bundan dolayı kadınların sayı olarak az olması önemli. Ama burada feministlerin iddiası sadece sayımızı arttırmak değil, bu var olan tuvali değiştirmektir. Oraya eklemlenmek değil. Kadın ve eylemi, kadın bakış açısının değerlerinin hâkim olduğu bir anlayış. Bunu için de mücadele verdiklerini, kütüphaneler oluşturduklarını, yeni bilimsel anlamda feminist epistemolojiden tutun devlet teorilerine kadar feminist oluşturmaya çalışıyorlar. Ne kadar başarılı dersiniz? Bu bir tartışma konusu. Ama en azından yola çıkılmış, bu konuda adımlar atılmış.”

Ayla Kutlu’nun soruma yanıtı ise Ahmet Rasim’in önerilerinden yola çıkarak, şöyle oldu: 

“ Kadınlar kitap yazabilir ancak; ‘hicrandan, buluşma, birlikte olmadan, ayrı kalmaktan, söz etmeyecekler. Kadınları erkeklere karşı çıkmalarına neden olacak konulara dokunmayacaklar. Uykusuz kalmaktan söz etmek yasak... Derin ‘ah’lar çekilmeyecek. Aksini yapsalar da temkinli ve yumuşak başlı olacaklar. Okuru toplum düzenine aykırı harekete asla yöneltmeyecekler. Ahlakı zorlayan davranışlar sergileyenler roman kahramanları arasında olmayacak. Ayrıca ben “kadın yazar” sözcüğünü de kabul etmiyorum. Ben, ‘yazar’ım.Beni ayrı bir yolda koşturamazsınız. Ben yarışa herkesle birlikte başlarım ve kendi gücüme göre belli bir yerde durdururum. Ama o dönemin kadınları tüm bu yasaklara karşın yine de yazmayı başarmışlar. Okuduğumuz zaman biraz daha ilkel, biraz daha saf, fazlaca naif bulabiliriz o kadınları. Ama bu kadar baskıcı ve sıkı bir toplumda nasıl yapabilirlerdi? ... Bir de şöyle bir şey var. Ben, ilk kitabımı 40 yaşındayken yazdım. Biraz geç başladım yazarlığa. Yararını da gördüm aslında. Ama koşullarım o kadar ağırdı ki yazı yazmaya zamanım yoktu. İlk kitabım çıktıktan sonra ‘aşk kısmında bir çok kendini akıllı ve topluma yön vermek durumunda hisseden birtakım kişiler ‘Ayla Kutlu kendi serüvenlerini yazıyor’ dediler. Ben de bunu duyunca kendimi bir oraya bir buraya attım, ‘bunu bana nasıl söylerler, hiç mi yazmaya hakkımız yok,’ diye. [...] Sonra ben 50 yaşını geçtim, 50 yaşından sonra bana böyle bir şey yakıştırıyorlarsa şan olsun ne kadar güzel oldu deyip şimdi hiçbir şeyi kabul etmiyorum ama yazarlar aslında Türkiye’de bugünkü koşullarda bile epeyce özgürler. Çünkü bunu ancak tırnaklarınızı geçirerek, kazıyarak kazanırsınız. Toplumun size vermesini beklerseniz, yaratıcı güce yakışmaz.”

Gelelim, Ayla Kutlu’nun “Yedinci Bayrak” adlı eserine. Bu eseri seçmemdeki sebeplerden biri de Nisan ayında kutlayacağımız Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı. Atatürk’ün çocuklara hediye ettiği bu bayram vesilesi ile günü anlam ve önemine ilişkin “tarih dersi” vermeyeceğim. Ancak bu eser, Osmanlı’nın son yılları ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin de açılışını kapsayan bir romandır. Kitabın arkasında yer alan, Dilek Direnç’in yorumu şöyledir:  

“Saraybosna'dan İzmir'e… Yedi göç, yedi bayrak… Kıyım, kırım, korku… Açlık, umutsuzluk, çaresizlik… Gerçek tarih belki de hiç bu kadar güzel anlatılmamıştır. Ayla Kutlu, Osmanlı'nın Balkanlar'da kurduğu vatanın gitgide büyüyen parçalar halinde yitirilmeye başladığı dönemi; göç ve göçmenlik üzerinden; "gurbet" duygusunun yoğunluğunda anlatıyor. Romanın merkezinde; çocukluktan yaşlılığa tüm yaşamına tanıklık ettiğimiz Hasret'in göçmenliğin aşamalarıyla günden güne güçlenen karakteri var. "O, ardında hiç sözünü edemediği, kırılmış yaşamlar, mezarlar bırakmanın acısına katlanır: Tek umudu, dalgalanan bir bayrak altında özgür ve güvenli bir vatana ulaşmaktır.”

Eserin ilk sayfasında Ayşe Lahur Kırtunç’un “Çağırdın Geldim Girit”, adlı şiire, şairin izniyle yer verilmektedir. Bu eserde Avusturya-Macaristan, Romanya, Bosna Hersek, Sırbistan, Bulgaristan, Arnavutluk, İtalya, Yunanistan ve Osmanlı İmparatorluğu ve bugünkü Türkiye haritasını bir kısmı da içeren, Şehir isimleri olarak Edirne ve İzmir’i görebildiğimiz bir harita da var. Eseri okurken, süreci ve sınırları takip edebilmemiz açısından oldukça önemli. 

Eser on bölümden oluşuyor. Eserin vurgulamak istediklerini daha iyi anlamak için, bölümleri kısaca tanıtmak faydalı olacaktır. Her bölümün başında, çoğunu belki hiç bilmediğimiz ve duymadığımız Rumeli türkülerinin sözleri yer alıyor. 

İlk bölüm “Saraybosna”,ikinci bölüm “Şar Dağı’nın İnce Yeli Üsküp”, üçüncü bölüm “Vidin ve Ötesi”, dördüncü bölüm “Elveda Üsküp”, beşinci bölüm “Üsküp’te Karışık Günler”, altıncı bölüm “Selanik”, yedinci bölüm “Yine Yol Göründü Garip Serime”, sekizinci bölüm “Vatan Toprağında”, dokuzuncu bölüm “Yeni Toprak, Yeni Bayrak”, onuncu ve son bölüm ise “İzmir’in Bayrakları”. 

Sayfayı çevirdiğimizde roman kahramanlarının neler yaşamış ve yaşayacak olduklarına dair, müzikal bir giriş. Bu sebeple, ben de her şarkı sözünü okuduğumda, bu Rumeli türkülerini araştırıp, seslendiren faklı sanatçılardan dinledim. Öyle hoş bir edayla aldı görürdü beni, merak ettiğim ve özlediğim yerlere, Selank’e, Girit’e, Vidin’e ... Rumeli topraklarının kokusunu duyar gibi oldum okurken. Dolayısıyla, okurken sadece bir roma değil, türküler ile de “Urumeli”ye gideceğimiz bir eser. 

Romanın kahramanları Asiye, Eymir Ağa, Hasret, Hasreti’in eşi Ali Sabir, çocukları ve torunları. Bu göç süresince yaşananların etkileyici bir üslupla anlatıldığı eserdeki en önemli şeyler ise kahramanların hayata, insan ilişkilerine, özellikle de kadın erkek arasındaki ilişkilere, vatan bilincine, bayrak ve vatan aşkına, çocukların eğitimine yönelik bakış açıları. 

Romanın konusunu uzunca anlatmayacağım bu yazıda, ancak yer yer roman kahramanlarının bazı sözlerinden alıntılar ile güncel algıya dair karşılaştırmalar sunacağım. Yaşam öyküsü Bosna’da başlayan Hasret, annesi ile babası arasındaki meseleyi sonradan öğrenir. Babasının sözleri ise anlamlıdır:“İşte bu... Vatan, farkında olduğumuz şeylerin toplamı. Bir toprak parçası değil yalnızca. Sahiplendiğimiz, üstündeki canlı cansız her şeyle, karnında sakladıklarıyla bizi var eden cennet!...”

İşte bu... Baştan sona, bizim için anlamlı olan her şey, her yer...Toprağı sadece fiziksel değil, her türlü sahiplenmek, benimsemek. Toprağın insanının, insanların ruhunu anlamak.Vatan, bana göre dilde, düşüncede, duyguda, zor zamanlarda dayanışma içinde “bir”lik olmak demek. Bu göç romanında, vatan özel bir değer taşıyor. Anlamı asla değişmeyecek sözler...  Üstelik içinde bulunduğumuz durumda daha da değerli oluyor: “Elindeki şeylerin değerini bil, sana ulaştıkları için şükret.”

Sadece sahip olduğumuz maddi şeyler değil, manevi değerlerin, aile öykülerimizin kıymetini daha çok bilmeliyiz. Onların geçmişte yaşadıkları, anlattıkları... Elbette ki zaman değişiyor ve bizler de zamana ayak uydurmak zorundayız ama geçmişte yaşananlardan ders almazsak, dersimizi alana kadar aynı şeyleri tekrar yaşamak zorunda kalırız. 

Bir de, büyüklerimizden öğrendiğimiz ve öğrenebileceğimiz doğaya ilişkin çok değerli bilgiler var. Örneğin , “bir kızançe’nin öğrenmesi gereken pek çok şeyi bugün doktorlar da televizyonlarda söylüyor, kitaplarda yazıyor... Bir kızançe neleri öğrenmeli? “... Çayırlardan envai lezzette ot toplamayı, bitkilerin şifasını öğrenip kullanmayı, kırk kat üstüne yufka açıp baklava hazırlamayı, velhasıl bu diyarın kadınının yakışığı olan her şeyi öğrenmeliydi.”

Hasret’in eşi Ali Sabir’in hayatına ilişkin detayları okurken, Atatürk’ün gerçekleştirdiği harf devriminin, hilafetin kaldırılmasının, eğitimin öğretimin birleştirilmesinin yani, 3 Mart 1924tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunun ne kadar değerli olduğunu bir kez daha anlıyorum. Doğduğu yerde, Vidin’de önce hocaya gönderileni sonra da mahalle mektebinden kaçmasına sebep olan, hocanın falakaya yatırmasıyla o okuldan nefret edip Bulgar okula giden Ali Sabir... Bulgar okulunda Arapça ezber sözler değil, hayatın ta kendisine uygulayabileceği bilgileri öğrenen Ali Sabir...  Anılara dönüşlerle geçmiş ve o anki durum arasında gidip gelen Hasret’le Ali Sabir’in kızları Sacide’nin 12 yaşında bir kız çocuğuna yaklaşımı ise, bugün “9 yaşındaki kız çocuğu evlenebilir” diyen imamdan farklı değil. O yıllarda çökmekte olan, her yeri işgal altında olan “Osmanlı” var. Mahalledeki gündemde olan konulardan biri ise 12-13 yaşında bir kızın henüz çarşafa girip girmediği. Ali Sabir, bulunduğu devrin ve bir erkek olarak toplumsal algının ötesinde bir görüşe sahip: “Hayır, on üçüne bile girmedi Sacidem, küçüktür daha.  ... Çarşaf? Çarşafa anası girmemişti ki kızı girsin!”.  Bir kızın çarşafa girmesi, o devirde kızı evlenecek yaşa gelen bir yetişkin olduğunu düşünmek anlamına geliyor. Üç vakte kadar yaşından oldukça büyük adamların ona göz koymalarını haklı gösterecek, cahilce bir bakış açısı. Hasret’in çarşafı algılayışı ise daha acılıdır: “... Sacide’nin üstüne zorla giydirilmek istenen kadınlığın dikenli gömleği” olarak tarif eder. 

Romanın ikinci bölümünde, “Şar Dağı’nın İnce Yeli Üsküp”de, Ali Sabir’in anıları anlatılırken, bu kahramanın düşüncelerini yansıtan şu satırlar da dikkatimi çekiyor: “Molla yetiştirmek kolay. Masrafsız da. Medrese çok. Orada verilen eğitim iki yüz yıl geride kalmış. Bunu Osmanlı’ya getireceği felaketi neredeyse kimseler anlamıyor. ... Bir felaketin yaşanmasının ardından, sonraki olasılıklar için önlem alacaklarına derin nefes alıp ucuz kurtulduklarına dua ediyorlar.”

Bosna Hersek’ten göç etmek mecburiyetinde kalan ailenin öyküsünde sadece kadınlar ve çocuklar, aşk hikâyesi değil, aynı zamanda büyük bir tarih var.  Bu romanı yazarken Ayla Kutlu’nun eser içinde verdiği tarihi bilgiler, belgelere dayanıyor. Bu eserde bir de, bir duyuru metni var, Avusturya- Macaristan İmparatorluğu Türkçe ve Sıppçaya çevrilmiş duyuruları camilere astırıyor. 

Bu duyuruda özetle diyor ki: “Bosna Hersekliler, sevinçle Avusturya- Macaristan İmparatorluğunu Şanlı Bayrağının altına girin.” Bu ne demektir? Bu, şu demek oluyor:  “Sizin ulusal egemenliğiniz artık yoktur.” Yani Osmanlı Devletinin durumu ortada: “Osmanlı haritası, sel basmış, tayfun vurmuşçasına biçim değiştiriyor. İdare ise, yavruları dağılan örnek gibi, şakın. Ne yana seğirteceğini, neye sahip çıkacağını bilemiyor.”

Üçüncü bölümde, Vidin’li Ali Sabir’in çocukluk anılarını anlatırken en çok dikkatimi çeken de eğitime ilişkin satırlardı: “Bulgar Prensliği tabi bir devletti ama okullarındaki eğitim Osmanlı okullarına göre daha ilerici olduğundan, Ali Sabir’e çekici geliyordu. O okullarda konular çeşitliydi. Hayatta işe yarayacak bilgiler veriyorlardı. Hele kitaplar. Okul kitapları.”  ... O en çok öğrencilere tarımı öğretip sevdirme programına şaşmıştı. Çocukları belli sayıda gruplara ayırıyor, her gruba belli büyüklükte toprak parçası teslim ediyorlardı. Aralarında anlaşmaları, çoğunluğun yeğlediği ürünün ekim, bakım ve hasadını yapmak sorumluluğunu da. Ürün almaya ilişkin her aşamadan bütün grup sorumluydu.”

İşte bu satırlar, bana Cumhuriyet’in dev projesi Köy Enstitülerini hatırlatıyor. Üstelik bu okullarda, Ayla Kutlu’nun aktarımıyla,  teknik resim, onarım, baytarlık, tarım-alet-edevat yapımı, meracılık, mandıracılık, inşaat teknikleri, alet kullanma birçok pratik bilginin yanında tarih, coğrafya, felsefe, dilbilim, aritmetik gibi temel bilgi dersleri de veriliyor. Ne güzel, değil mi? Peki ya şimdi?  

Maalesef salgın yüzünden okullar da kapandı ve uzaktan eğitimle bilgileri öğrencilere yüklemeye çalışıyoruz. Peki ya sorumluluk duygusu? Elbette ki sağlık çok daha önemli ve tedbirler asla göz ardı edilemez. Ama eğitim, bilgisayara dosya yükler gibi sadece bilgi yüklemek değil. 

Ali Sabir’in çocukluğu işgallerle, katliamlarla geçmiştir. Savaşlar bitti mi günümüzde? Halen savaşlar içinde yaşından erken büyümek zorunda kalan, çok küçük yaşta çocukluğunu terk etmek zorunda kalan bir sürü çocuk var. Neredeyiz?  , Türk milletinin iradesini temsil eden Birinci Büyük Millet Meclisi’nin açıldığı ve Türk halkının egemenliğini ilân ettiği 23 Nisan 1920 tarihinden bu yana, bir asır geçti. Neredeyiz? Çocuklarımızın, geleceği, gerçekten ne kadar güvenli?

Dördüncü bölümde, Üsküp’ten de göçerler Ali Sabir ve Hasret. Sebeplerden en önemlisi, kızları Sacide’ye Kazım adında birinin göz koymuş olmasıdır. Ali Sabir, yaşadığı devre göre feminist tavır içinde olan bir babadır: “Kazım, Sacide’nin ardına takıldığından beri, kızlarının alıcıya sunulması gereken bir mal gibi değerlendirilmesine, annesiyle babasının kabullenmek durumunda olduklarının düşünülmesine cin ifrit oluyordu.”

Bu olaydan sonra Sacide babası Ali Sabir’i kaybederken, babasının arkadaşı Mesut Çavuş’un oğlu Doktor Feridun’un sayesinde annesi, kardeşi Alemdar ve kendisi için yeni bir sayfa açılır. Ülkede işgallerin, zulümlerin devam ettiği bir süreç hakimdir.

Toplumsal bir gerçek daha vardır; o da, “Osmanlı bayrağı altında sayılan ırkların insanları Osmanlı’nın has ahalisinden daha özgürdür. Toprak ve ticaret onları günden güne daha varlıklı kılmıştır.” Sizce de bu satırlar, günümüze dair çağrışımlar yapmıyor mu? Siyaset ötesi bir durumdan bahsediyorum: geçmişin tekrar etmesi. 

Eserin en önemli bölümlerinden bir de, altıncı bölüm, yani “Selanik”... Bu bölümü de okurken, fonda “Bir fırına tuttu bizi”, Selanik Türküsü’nü dinliyorum. Gözlerim doluyor. Bu bölümde, son günlerde ülkemizi de etkisi altına alan duruma benzer bir durum var: “Daha bir hafta oldu olmadı ‘Selanik’de yine salgın var’ söylentisi çıktı. İki-üç gün içinde insanı alıp götüren hastalığın önü alınacak gibi değildi. Halk, bakımı da, korunmayı da bilmiyor, anlatılanlara da inanmıyordu. Doktora ulaşmak, hastaneye yatmak; bunlar salgınlarda yoksul halk için bir hayaldi.”

Hasret’in oğlu Alemdar iyi bir kızla evlenir, önce bir oğlu, sonra da ikiz çocukları olur. Selanik Tramvay İdaresinde usta olarak çalışmaktadır. Alemdar’ın eşi Arife ve oğlu Arif de koleraya yakalanır. Osmanlı Devleti ise pek bilimsel (!) bir çözüm bulur:

“Üç gün önceki salgında, daha önce İttihad ve Terakki Cemiyeti Sultanahmet Kulübünün, İstanbul şehrinin  ‘Ehali-i Muhtereme’sine hediye olarak dağıttığı üç duadan oluşan ‘Kurtulma Duası’ metinleri, Anadolu ve Rumeli’de bazı şehirlerde de çoğaltılıp hayrat olarak halka verilmişti.”

Değerli okurlar, korona günlerinde bu satırları okurken aklıma gelen bin bir türlü şeyi önce susturmayı denedim ama maalesef, o kadar benzer yön var ki, burada da değinmeden edemeyeceğim. Daha önceden de yazdığım gibi, ben bir sağlık çalışanı olmasam da, uzmanlığım gereği ve hayata bakış açımdan dolayı her şeyi araştıran ve sorgulayan biriyim. Evet, inançlara saygım var ve inançlar ötesinde kendimce de benimsediğim manevi bir yolum var. Ancak kurtuluşa öncelikle akıl ve bilimin, insanlığa yararlı amaçlar uğruna kullanılıp paylaşıldığında ulaşabileceğimize olan inancım, manevi yoluma olan inancımdan daha fazladır. 

Arif, ikindiyle akşam arasında işyerinden arkadaşları tarafından eve getirildiğinde durumu çok ağırdır. Arkadaşları onu Belediye hastanesine götürdüklerini ama koridorlar bile dolu olduğundan hiç alınmadığını açıklarlar. İçler acısı bir durum. Bugün de birçok vaka ve ölüm sayısını haberlerden takip etmeye çalışıyoruz. Teknoloji ilerledi ama insan davranışı hiç değişmemiş. Sonradan, Arif ve annesi Arife de ölünce, Hasret’in şu satırları durumu daha da anlaşılır kılıyor: “Elinde Mushaf... Okuyordu. Sonra gözünün yaşları sayfaları ıslatıyordu. O zaman kapatıyordu. Hastalıktan kurtulma duası hiçbir işe yaramamıştı. İnanmıştı. Yazıklar olsun!”

Altıncı bölümün sonunda, nihayet güzel satırları okuyoruz: “Selanik’te hükümet binasının önünde hürriyeti ilan eden, ona ek olarak ilkelerinin; adalet, eşitlik ve kardeşlik çağrısını yapan genç subaylardan Enver ile dik başlılığıyla daha Erkan-ı Harbiye’de okurken bile öne çıkan Mustafa Kemal’in ve arkadaşlarının kahramanlıkları söylence olarak gazetelerde yayımlanıyordu.”

 

 

Ne şanslı bir milletiz ki, Mustafa Kemal Atatürk gibi, dünyada istinasız her liderin saygı duyduğu bir başkomutanımız var. Ve ne kadar şanssız bir milletiz ki, bir daha 2020’deki tabloya baktığımızda maalesef ordumuzun bugün halen pek çok sıkıntılar çektiğini görmekteyiz. 

Bunu, hem bir vatandaş, hem de cephedeki fotoğraflarına baktığımda gurur duyduğum bir Albay torunu olarak yazıyorum. Milli duygularımı birkaç satıra sığdırmam imkânsız ama benim yüreğimin her yanı ‘Bayrak’, her yanı ‘Vatan’dır. 

  Yedinci bölümde de yine bir Selanik Türküsü selamlıyor bizi. Bu bölümde, Abdülhamit’in sürgünde olduğu süreçteki olaylar dile getirilirken belirtilen tarih, 1912’dir: 

“Rumeli’de başlayan ve o güne kadar rastlanmamış eylemsel çıkışlarla Padişahın ikna(!) edildiği Meşruti yönetim, açılan Meclis-i Mebusan’la milletin geleceğini kurtaracaktı!...Büyük Balkan toprakları elden çıkmıştı.Girit kaybedilmişti. ... Mesrutiyet birinci yılını doldurmadan İstanbul’daki tutucu ve çağdışı değerleri savunanlar isyan etmişlerdi bile. Takvimler 31 Mart’ı gösteriyordu. Bu kalkışma trajik sonuçlar getirdi.

Geçmişten günümüze, alınacak ne çok ders, zihinlerde soru işareti yaratan ne çok trajik durum var. Bir siyasetçi gözüyle değil, bir vatandaş olarak bu salgın sürecinde herkes can derdine düşmüşken, gündeme yansıyan ve yansımayan, bilip-bilmediklerimiz şeylerin sonuçları neler olacak acaba? 

Romanda, Sırbistan, Karadağ, Yunanistan ve Bulgaristan’ın 1912’de seferberlik ilan etmesi Osmanlı’nın sonunu getirecekti. Arif ile Arife’nin kolera salgınından ölmelerinin üzerinden de bir yıl geçmişti ki, işte durum buydu ve halk çok zor günler geçiriyordu. 

Vatan Toprağında adlı Sekizinci bölümde, Edirne 1913 yılının 26 Mart günü Bulgarların eline geçtiğinde göçler devam etmektedir ve göçmenler sefalet içindedir. Şehirde temizlik ve huzur yoktur. Devlet göçmenleri Anadolu’ya yerleştirmek için uğraşıyordu ama herkesin durumu aynı değildir. Yanya, Selanik, Kavala, Güney Makedonya, bir de Girit kesin olarak Yunanlara verilmiştir. 

Yeni Toprak, Yeni Bayrak adlı dokuzuncu bölümde bir Manisa Türküsü karşılar okurları. İzmir’den Salihli’ye gitmek üzere yola çıkan Hasret’in oğlu Alemdar Ağa ve ailesi Salihli’ye kolayca ulaşır. Bu bölümde de insanı duygulandıran satırlar vardır: “İzmir’e ayak bastılar. Burada toprağın yüzü sıcak. O yüzden eğilip onu öpüyor. Güzel yollar, güzel köşkler, zenginlik ve huzur.” İşte bu satırları yazarken, âşık olduğum şehirde olmaktan ne kadar büyük bir mutluluk duyduğumu da ifade etmek istiyorum. Lüks bir hayatım yok, ama bu şehirde, hayatımda hiç olmadığım kadar huzurluyum, her şeye rağmen. 

Kahramanlarımız, İzmir’in görüp görecekleri en güzel şehir olduğundan emindirler. Salihli’ye Basmane Garından giderler. Bir yandan Çanakkale’den haberler gelmektedir. Gazeteler, oradaki askerlerin yiğitliklerini yazmaktayken,  haberler Salihli gibi sekiz bin evden oluşan bir şehre gecikmeli olarak ulaşmaktadır. Üçüncü Ordunun faaliyetlerini izleyen ise Alemdar Ağa’dır. Bir gün, halkı coşturan bir isim Çanakkale’de zafer kazanacaktır: “Yarbay (sonradan Albay) Mustafa Kemal Bey, Çanakkale’den destan yazan askerlerin muzaffer komutanı. ...İtilaf güçleri boğazları açıp Karadeniz’de geçebilselerdi, müttefikleri olan Rusya’ya Akdeniz’i açacaklardı. Çanakkale savunmasıyla bu da önlenmişti.”

Bu bölümde ayrıca, 1919 yılına ait şu satırlar vardır: “Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal, Paşa Samsun’a çıkarak ilk ateşe can vermiştir.” İlerleyen süreçte de verilen bilgiye göre, Türkiye Büyük Millet Meclisi açılmış, ilk Meclis Hükümeti kurulmuştu. 1921 yılına ait, Atatürk’ün sözü bugün bile ne kadar anlamlıdır: “Hattı Müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. Bu satıh, bütün vatandır.” 

İşte bu bilinç sayesinde Kurtuluş Savaşı kazanıldı. Bütün vatan, bütün halk gayret etti. Şimdi de her konuda “bütün vatan, bütün halk” demeliyiz. Doğusu batısı, yaşlısı genciyle Bir bütün olmalıyız. 

Onuncu ve son bölüm, İzmir’in Bayrakları adlı bölümdür ve Akdeniz Marşı’nın sözleri bu bölüm başında sunulmaktadır: “Yaslı gittim şen geldim....” Bu bölümde de türlü sıkıntılar yaşansa da artık mutlu son yakındır. Hasret Nine, perişan vaziyette iken, yoldan geçen askeri görünce, nereden gelip nereye gittiklerini sorduğunda, aldığı cevap yüreğini ferahlatır: “Ninem, bayrağımızı görmüyor musun? Eski, yırtık ama çok değerli. Birliğimiz, diğer irili ufaklı süvari birlikleri gibi akıyoruz. İzmir’e gidiyoruz. Hedefimiz orası: İzmir. Bu, Gazi Paşamızın emridir... İzmir’e, düşmanı denize dökmeye gidiyoruz.” 

Ayrıca, önemli noktaya da değinmek yerinde olacaktır; Atatürk, ilk hedef emrini verirken “Ege” değil, de “Akdeniz” demiştir. Çünkü Cumhuriyet dönemi atlas ve haritalarında yer alan Ege Denizi, XV. Yüzyıl sonrası Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki haritalarda “Akdeniz” olarak adlandırılır. Okunuşu “Ege” olan Aegea (Αιγαία) mitolojide bir Yunan Kralı’nın adıdır. Aigeus, Aegeus ya da Egee olarak bilinen bu kral Atina Kralı Pandion’un oğlu, Theseus’un babasıdır. İşte bu yüzden, Ege değil, “Akdeniz”dir;  kahraman Türk askerinin ilk hedefi. 

Düşmanı denize dökmeye giden kahraman Türk askerinin sözlerini duyan Hasret Nine, elleriyle işlediği Bayrağı askere verir ve asker de: “Biz bayrağı götürürüz nine. Bu nazlı bayrağı yeniden bizim olan topraklarımıza götürürüz. Sen de ardımızdan gel. Onu İzmir’de dalgalanırken gör.” Askerin verdiği eski bayrağı da torunu Salih’e götürür ve aralarındaki konuşmada, torununa söylediği söz, esere damga vuracak bir sözdür kanımca: “Bayrağın değeri kumaşından ipliğinden gelmez. O, bizim ona gösterdiğimiz saygıyla kıymet kazanır. Bayrağa baktığında yalnız rengini, ayını yıldızını değil, onu var eden milyonlarca insanın yüreğini görmelisin.”

Benim için de bayrak, vatanım demek. Atalarım, ben ve gelecek nesil demek. Dün, bugün ve yarın da anlamını daima koruyacak olan en büyük şey. İyi ki Egemenliği Çocuklara armağan eden bir Ata’nın evladıyım.  

“Merhaba Sevgi”,  “Yıldız Yavrusu” , “Başı Kuşlu Çocuk” , “Gezgin Kertenkele ile Kutup Ayısı” , “Çiçek Elli Robot”, “Küçük Mavi Tren”  gibi birçok çocuk kitabının da yazarı Ayla Kutlu’nun “Yedinci Bayrak” adlı romanı ile ilgili satırlarıma, burada son verirken, Karşıyaka Hoca Mithat Kütüphanesinin üst katının “Çocuk Kütüphanesi” olduğunu ve burada yer alan eserleri şahsen incelediğimi de belirterek, değerli bir dostumun, çocuk kütüphaneleri ile ilgili samimi ve özlü yazısını da okumanızı tavsiye ediyorum.

Yazının devamı