Korona’dan Ütopya’ya Gastronomi

Yazar : Ayhan CÖNER
Konu : Gastronomi

Şu anda tüm dünya nüfusu hiç yapmadığı kadar düşünmeye başladı.

Öncülüğünü yaptığım, bütüncül bir yaklaşımla toplum bilincini yükseltmeyi hedefleyen maddi ve manevi beslenme hareketi ve felsefi akımı “Gastro-felsefe” ‘de bu ay konumız “Korona’dan Ütopya’ya Gastronomi”.

Ünlü Fransız matematikçi ve düşünür René Descartes’ın "Cogito er sum"; yani "Düşünüyorum öyleyse varım" cümlesini bilmeyen yoktur. 

Hegel’in idealist diyalektiği de Descartes’ı doğrular ve maddenin düşünceden doğduğu tezine dayanır ve düşünsel nitelikli bir varlığı içerir.

 

Şu anda tüm dünya nüfusu hiç yapmadığı kadar düşünmeye başladı. Evet, “Cogito er sum”. Peki düşündüğümüz için mi varız yoksa; var olduğumuz için mi düşünüyoruz? Bu bir sınav sorusu değil.  Bu kanımca evrenin maddeyi oluşturması ile maddenin özünden evrenin oluşması arasındaki farka benziyor. Bugün insanlık bu iki farklı görüşün arasında kalmışçasına bir çıkış yolu arıyor. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı düşüncesinin hakim olmaya başlaması ise çıkış yolu tabelasını ütopya’ya doğru yönlendiriyor. Konu başlığımın adı bu yüzden “Korona’dan Ütopya’ya.”

Alman düşünür Karl Marx’ın  “Diyalektik Materyalizm” ya da diğer adıyla eytişimsel maddecilik kavramı  Marx’ın ifadesiyle “Tarihin maddeci kavrayışı” – insanlığın doğuşundan beri toplumsal yapının şekillenmesinde belirli yasaların rol oynadığını ifade eder. Bu yasaların temelinde ise şu çıkış noktası vardır:

Toplumlar, birbirine zıt çıkarlara sahip sınıflara bölünmüştür, toplumsal değişimi ve dönüşümü yaratan şey ise bu zıt sınıflar arasında yaşanan çatışmalardır. Geliştirdiği bu yaklaşımı, “tarih, sınıf savaşımlarından ibarettir” sözüyle özetleyen Karl Marx, hem tarihe hem de içinde yaşadığı topluma tarihsel materyalist açıdan bakarak değişmez toplumsal kurallar ve yasalar olduğunu ileri sürmüştür. 

İnsan toplumun en küçük birimdir. İnsan toplu yaşayan bir canlıdır. Bu özellik onun hem gücünü hem de zayıflığını oluşturur. Toplu yaşam örgütlenme gerektirir. Örgütlenme de yönetim ve yönetici ihtiyacını doğurur. İnsanoğlu toplu-yaşama geçtiği andan başlayarak ortaya çıkan “Yöneten-yönetilen” ayrımı bu kural ile başlamıştır.  Yönetme yetkisi ve rejimler bu ihtiyaca bağlı kural ve kanunlardan doğmuştur. Tarihin eski imparatorluklarında siyasal gücü ellerinde bulunduranlar, kendilerini metafizik bir güçle (Tanrı ile ya da tanrılarla) bağlantı halinde göstermeye çalışmıştır. Eski Mısır’da, Mezopotamya devletlerinde, Uzakdoğu imparatorluklarında, Eski Yunan ve Roma’da hep böyle olmuştur; yöneticiler tanrılardan yetki aldıklarını ileri sürmüşlerdir. Daha sonra ortaçağ dönemi Avrupasında düzen tamamen eşitsizlik üzerine kurulmuştu. Yönetenler : Tanrı’nın seçkin kulları olarak soylular ve ruhbanlar sınıflarına – yönetilenler ise : ikinci sınıf insanlar olarak üreticiler ve diğerlerine ayrılmıştır. 

Avrupa’nın eşitsizlik üzerine kurulu düzeni yüzyıllar boyunca, “burjuvazi” denilen sosyal sınıf sahneye çıkana kadar sürmüştür. Aydınlanma döneminde ise burjuvazi insanların doğuştan eşit ve özgür olduğu düşüncesini empoze ederek, sırasıyla insan hakları bildirisi ve yönetme yetkisi kaynağının halk olduğu özgürlükçü demokrasiye şeklen geçerek bugüne gelinmiştir.

 

Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk; “Bireyler düşünür olmadıkça, haklarını idrak etmedikçe, halk kitleleri istenilen yöne, herkes tarafından iyi veya fena yönlere sevk olunabilir.  Kendini kurtarabilmek için, her bireyin kendi geleceği ile bizzat ilgilenmesi lazımdır. Bu da ancak akıl ve bilimle mümkün olur” demiştir.

 

Bugün halk kitleleri evlere kapanmak zorunda kalınca kendi geleceği ile bizzat ilgilenmek durumunda kaldı. Tüm dünya gözle görülür bir şekilde belli bir yöne sevk ediliyor. Lakin hangi yön olduğu konusunda kafalar epey karışık. 

 

Şu anda karşı karşıya olduğumuz, hemen herkesin farkına vararak veya varmayarak, adına ontoloji dediğimiz “Varlık Felsefesi” yapmaya başladığı, aynı zamanda da realist yani gerçekçi bir sorun.

 

 

Önce endemik, sonra epidemik ve nihayet küresel boyuta ulaştığı için pandemik bir hastalık olarak ilan edilen ve bu podcastimi kaydettiğim 24 Mart 2020 tarihi itibariyle dünya üzerinde 196 ülkeye yayılarak 400.000 kişiyi enfekte etmiş olan  koronavirüsü sebebi ile hükümetler birer birer olağanüstü hal ve seferberlik ilan ediyor.  Filmlerde gördüğümüz, romanlarda okuduğumuz bilim-kurgu senaryoları artık maalesef günlük kabuslarımıza dönüşmüş durumda. Diğer taraftan korona günlerinde evde kalmanın zaruri hale gelmesinin hemen herkesi yavaş yavaş felsefeye yaklaştırdığını da sevinçle gözlemlemiyor değilim. Bu günlerde hemen herkesin evlerindeki kütüphanelerinin resimlerini paylaşmaları gerçekten çok hoş. Peki yeterince okuyor muyuz? Hayır, yeterince okumuyoruz.

Kitabı bir tohum, okumayı toprak, düşünmeyi su, bilgi sahibi olmayı güneş, birbirimiz ile fikir paylaşımlarımızı da hava olarak nitelendirelim, ne dersiniz? Bu düşünme şekli belki daha pozitif bir yaklaşım olur.

 

1789 Fransız devrimi sonucunda yaşanan karmaşayı ortadan kaldırmak isteyerek, toplumu bilim yoluyla yeni baştan düzenlemeyi amaçlayan ve “Olguculuk” kavramını; yani “Pozitivizm” felsefi akımını ortaya çıkaran Fransız filozof Auguste Comte’a göre toplumun kurtuluşunu sağlayacak olan tek şey pozitivimdir.

 

Felsefenin deneysel bilimleri örnek alması gerektiğini öne süren Comte’a göre felsefenin amacı olgular arasındaki değişmez ilişkileri ya da doğal yasaları bulmaktır. Bu amaç ise ancak gözlem ve deney yoluyla gerçekleştirilebilir. Gözlem ve deney yoluyla kazanılan bilgi de pozitif bilgidir.

 

Şimdi pozitivizm kisvesi altında teolojik ve özellikle metafiziksel öngörülerde bulunanların da bu kaotik ortamı değerlendirerek garip kehanetlerde bulunup, kişisel marka olmaya çalıştığını da gözlemliyorum. 

 

Farkına varmadan referans alınan felsefi akımların hepsine burada değinmek imkansız. Ancak en çok kaynak alınan pozitivizimi zıtlıklarıyla not olarak aşağıda paylaşıyorum ki; bilgiyi araştıralım, arıtalım, yorumlama kabiliyetimiz artsın, birbirimiz ile daha iyi empati kurabilelim, doğru ile yanlışı akıl ve hikmet süzgecimizden geçirerek sentezleyelim ve taassubu da bir kenara alalım. 

Değindiğim gibi "Pozitivizm" ‘de Auguste Comte bu akımın en önemli ismidir. Bilimi referans alır. Pozitivizm’de spekülasyona yer yoktur! Comte'un "Tarihi Toplumsal Evre" anlayışında 3 aşama yasası vardır. Bunlar sırasıyla teolojik evre, metafizik evre ve Pozitif evredir. Bu evrelerin az önce yönetenler ve yönetilenlerin evrelerinde bahsettiğim; insanlığın özgürlükçü demokrasiye gelip geçtiği evrelerden hiçbir farkı yoktur. 

 

Öngörü sahibi olduğunu düşünerek bunu ilgi çekmek ve merak uyandırarak haklılığını ispatlamaya çalışmak için aydınlanma çağı öncesi evrelere dayanarak metafiziksel ve kahince birtakım bildirimlerle "Deneysel (ampirik) Pozitivizm" yapanlara sık rastlıyorum. Rakamlar ve yıldızlardan anladıklarımızı inanç üzerinden yürüyerek kitleleri etkileşime sokmaya çalışmak işte aydınlanma dönemi itibariyle bugün bilimin gölgesinde kalmıştır. Toplum olarak taassuba meyilli olanlarımız bile kahve falı ile artık hareket etmiyorlar öyle değil mi? Bu yüzden hepimiz işittiklerimizi, okuduklarımızı; Descartes'ın Kartezyen (Akılcılık) felsefesi ile yorumlamaya, determinist (belirlenimci) yaklaşımlar kurarak - tesadüfleri ortadan kaldıran  bir düşünce ile bilgiye dönüştürmeye gayret etmeliyiz. 

 

Gelin, hazır evdeyken önce zihnimizdeki dosyaları tasnif edelim, lüzumsuz olanları silelim, ondan sonra kimilerimiz için eski kimilerimiz için yeni de olsa; temiz ve doğru bilgilere yer açalım. 

Nietszche'nin ideal üstinsanı (orijinal adıyla übermäsnch yani superman), bırakın instagramı henüz hiç bir mecrada yok.  Ancak benim anladığım üst insana tırmanan basamaklar felsefeden geçiyor. O yüzden dev eser "Böyle buyurdu Zerdüşt" 'ü mutlaka henüz okumadıysanız bir an önce okumanızı tavsiye ederim. 

 

Günümüz insanları arasında üstinsan olmayı metafiziksel olarak algılamak isteyenler var. Ancak o sihirli değneğin henüz dokunmadığı insanoğlu bugün küresel kriz esnasında panik olup marketlere hücum ediyor, toplumu oluşturan kendi gibi diğer insanları hemen unutup, “önce ben” diyerek evde yiyecek içecek stoğu yapıyor. Ve mucizeyi bugün, şimdi evde bekliyor. 

 

Peki, o mucizenin kendimiz olduğunu ne zaman idrak edeceğiz? 

 

 

"Hiç bir şey süreç esnasında anlaşılmaz, ancak sonunda anlaşılır." Olanlara sonundan bakmaya çok gayret etmeliyiz. Bir eylemin sonunu tefekkür etmeliyiz. "Bir budalaya bitmemiş bir işi göstermeyin" derler. Çünkü bir ders onun onunu görmeden asla öğrenilemez. Ondan sonra olan biteni anlayabilir ve bir sonraki adım olan kendini düzeltme, sonsuzluğa ulaşma ve mükemmeliyetçilikten bahsedebiliriz. İşte bu yüzden sadece aklın çalışması yetersiz kalır. Manevi de beslenmeliyiz. Kendimizde yapmamız gereken değişiklikleri kalbimizden arzu etmeliyiz. İşte o zaman mühürlü dudakların açılarak bir sonra gelen dersi duymaya başlayacağımız inancını taşıyorum.

 

"Dikotomi, klasik ikilik ya da bütünün ikiye bölünmüş hali anlamına gelir. Beslenmede dikotomi konusunu tarladan sofraya bir podcastimde ele alacağım, ancak "Korona Günleri" 'nde beslenme ve dikotomiye burada çok kısa da olsa değinmek isterim. 'Yemek Pişirme' ve 'Gastronomik Mutfak' gelenekselliğin yenilikçilikle kutuplaştığı ve merkezinin Avrupa olduğu bir dikotomi idi.


Bugün birçok mutfak şefi bu kutaplaşmayı, doğaya dönerek, gelenekselciliği ihya ederek ama diğer yandan da yenilikçiliği elden bırakmadan sürdürmeyi ne mutlu ki becerebiliyorlar. Şimdi hepimiz evlerdeyiz. Birçoğumuz instapost ve hikâyelerimize kütüphanelerimizin resmini koyuyoruz. Farkına varmamız gereken; bir kitapçının rafından evimizdeki kütüphane rafına transfer edilen ve okunmadan duran on belki yüzlerce kitabın varlığının gerçeği. Şimdi bol vakit varken onların arasından yemek kitaplarını indirin. Tariflerden önce malzemeleri okuyun. Yeniden keşfedin. Alışveriş listenizi yapın. İçinde bulunduğumuz pandemi durumundan dolayı herkesi düşünerek sadece yetecek kadar satın alın, aman kitap gibi olmasın! Rafta ya da dolapta kalmasın. Fire vermeden pişirin. Gelenekselciliği de biraz cesaretle birleştirerek yaratıcılığınızı konuşturun. Basit, lezzetli, tadında, yaratıcı ve keyifli bir yemek yiyin.


Bugün refaha ara vermek zorundayız. Açları da düşünün. Fizyolojik beslenme ile manevî beslenme dikotomisini birleştirin. Bu günler o günler. Malesef kayıplar vereceğiz ama daha sağlam çıkacağız. Benliğimizi yücelterek…

 

Peki bugünlerden çıktığımızda ne ile karşı karşıya kalacağız ? Ben ütopya diyorum. Ancak şöyle bir fark ile; “Yönetenlerin kurguladığı ütopya ile yönetilenlerin beklediği ütopya”.  Arada farkların olması kaçınılmaz  İstesek te istemesek te dünya yepyeni bir döneme girdi. 

Gıda devleri senelerdi hazırlıklarını yapıyorlar. Bill Gates, Richard Bronson gibi dünyanın zengin işadamlarının yanında gıda devleri Cargill ve Tysonfoods firmalarının yatırım yaptığı laboraturar ortamında etsiz et üreten Memphis meat gibi, arttırılmış gerçeklik ortamında restaurant müşterilerine 3 boyutlu eğlenceyi tabağa taşıyan Le Petit Chef, susuz ve topraksız  tarım platformları, vegan köfteler, 3 boyutlu yazıcılrdan çıkan yemekler, gastronomi dünyasının görünen şov tarafı. 

 

Görünmeyen tarafta ise hayatımıza girmek üzere olan 5G teknolojisi var. Yapay zeka’nın ve arttırılmış gerçekliğinde 5G ile biraraya gelmesi sonucu hiçbir şey eskisi gibi  olmayacak. Nasıl mı?

 

Bilim sel bazı kanıtlarla kısaca değinelim:
Bizler sadece bir insan değiliz! Bizler büyük bir enerji kapasitesine sahip canlı varlıklardan oluşan sadece 1 insanda bulunan 50 trilyonluk bir hücre topluluğuyuz.
Daha kesin bir ifade ile '️'Hücre başına 1.4 volt x 50 trilyon hücre. Kuantum fiziğine göre, bu hücrelerin tümü alan olarak adlandırdığımız enerji dalgalarına sahiptir. Biz atomlardan oluştuk ama aynı zamanda bir alana sahibiz! Bu nedenle düşüncelerimiz, çekim yasasını oluşturan başkalarının alanlarıyla da bağlantı kurar. Hücreler bir topluluk olduğunda, kendi bireysel zekalarından vazgeçerler ve merkezi sese cevap verirler! Böylece hücreler merkezi sesi dinler. Bu merkezi ses akıldır. Zihin iç ve dış çevre ile birlikte çalışır. Beynin işlevi, davranışları ve genetiği sürdürmek için sinyalleri algılamak ve yorumlamak ve bilgileri hücrelere göndermektir. Yani beynin işlevi nedir? Algıdır. Ve bundan, zihni yaratılır. Burası işin işte zorlaştığı yer! 

 

Olumlu bir düşünce sizi iyileştirebilirken (plasebo etkisi gibi), olumsuz bir düşünce sizi öldürebilir! (nacebo etkisi gibi). Zira her ikisinin de aynı nedeni var: "İnanç". Bu yüzden vegan olarak daha sağlıklı olacağınıza inanıyorsanız; gidin bir vegan olun. Ancak, bir etoburu, vegan olmak yerine sığır eti yiyerek daha iyi bir hayata sahip olma inancını taşıdığı sürece de onu eleştirmememiz, onu başkalaştırmamamız gerekir. Vücudumuz bir sanal gerçeklik kıyafetidir. Tüm bunlar birey olarak içimizdeki “Chi” enerjisini ya da Prana'yı keşfetmemiz ile ilgilidir. Bu enerjilere Beslenmede Yin & Yang ve Ötesi isimli makalemde değinmiştim. Chi içimizdeki yaşamın enerjisidir (ruh) Fizyolojik yemek yemek tek başına bir şey ifade etmez ama ruhsal beslenmeyle birlikte olduğunda ifade eder. 

 

Zihninde ustalaşmayı öğrenmeye adım atan insanoğlu ile onu kontrol altında tutmak üzere korona virüsü ile eşzamanlı tüm dijital düğmelere basan insanoğlunun aynı olması da bir dikotomi.  İnsanoğlunun insanoğlu ile savaşında çok farklı bir yol ayrımındayız. Dilerim insanoğlu insanlar ve insanlığın ortak hayrı için ayrım gözetmeksizin birlikte güzel işler yapar.

Sağlık ve sevgiyle kalın.