Elena Ferrante’nin Eserlerinde Kadınlar ve Annelerin Klasik Sözü: “Anne Olunca Anlarsın”

Çağdaş İtalyan Edebiyatının yaşayan yazarlarından biri olan Elena Ferrante, hem İtalya’da hem de dünyanın pek çok ülkesinde son derece dikkati çeken, başarılı bir yazar olarak tanınmıştır.

Çağdaş İtalyan Edebiyatının yaşayan yazarlarından biri olan Elena Ferrante, hem İtalya’da hem de dünyanın pek çok ülkesinde son derece dikkati çeken, başarılı bir yazar olarak tanınmıştır.  Bu makalede İtalya’da ve birçok ülkede eserlerinden hayranlıkla söz edilen Elena Ferrante’nin eserlerinden ve bu eserlerdeki mücadeleci kadınlardan bahsedilecektir. 

Gizli isimli yazar Elena Ferrante’nin gerçek kimliği ve yaşamı hakkında kesin bilgiler olmasa da, İtalyan araştırmacı gazeteci Claudio Gatti, Il Sole 24 Ore, Frankfurter Allgemeine Zeitung ve Mediapart'ta eş zamanlı olarak yayınlanan “Elena Ferrante: Bir yanıt?” başlıklı makalesinde, Elena Ferrante’nin Roma'da yaşayan ve Almancadan İtalyancaya çeviriler yapan Anita Raja olduğunu iddia etmiştir. Claudio Gatti, Anita Raja’nın mali hesaplarını inceleyerek bu sonuca ulaştığını ifade etmiştir. Daha sonra Anita Raja twitter hesabından, kendisinin Anita Raja olduğunu yazsa da, yayınevi bu cevabı yalanlamıştır. 

Claudio Gatti’nin Elena Ferrante’nin kimliğiyle ilgili açıklamalarına rağmen Elena Ferrante okurları ve edebiyat çevresi, Elena Ferrante’nin kimliğinin açıklanmasının, yazarın mahremiyetinin ihlali olarak görmüştür. Elena Ferrante’nin eserleri incelenerek Türkçe yayımlanan makaleler ve kitaplarla karşılaştırıldığında, eserlerde irdelenen sorunların sadece İtalya’da ve Napoli’de değil, dünyanın pek çok ülkesinde kadınların yaşamakta olduğu güncel sorunlarla koşutluk gösterdiği gözlemlenmektedir. Gerçek adını gizleyip, “yazdıklarım cinsiyetimdir” diyen Napolili Elena Ferrante’ Türkçeye çevrilmiş on kitabı bulunmaktadır. 

Napoli Romanları adlı serinin her kitabının başında Ferrante ile ilgili yorumlar yer alır. Dünya basınında büyük yankı uyandıran yazar hakkında Fresh Air, NPR yazarlarından John Powers, “Ferrante’nin Napoli Romanları, ayakkabıcıları, öğretmenleri, komünistleri, acımasız işadamları, kadın avcısı şairleri ve mazlum ev kadınlarıyla sadece Napoli’deki işçi sınıfından kalabalık bir tablo sunmakla kalmıyor, aynı zamanda da modern edebiyatın en güzel arkadaşlık hikâyelerinden birini anlatıyor,” demiştir. 

Casebook ve Anywhere But Here’ın yazarı Mona Simpson’ın ifadesi ise bir benzetme, karşılaştırma niteliğindedir: “Ferrante ihtiyaç duyduğumuz bir yazar. O İtalya’nın Alice Munro’su.” Cronache Letterarie edebiyat web sitesinin Ferrante ile ilgili sayfasında, 13 Mart 2017 tarihli makalede Ferante’nin Umberto Eco’dan sonra ülke dışında daha önce böylesine büyük bir başarıya şahit olmadıkları yazılıdır.

 Umberto Eco da hem dünya edebiyatı tarihi, hem de İtalyan edebiyat tarihi açısından en önemli yazarlar arasındadır. Zira son yüzyılın en ünlü yüz entelektüel yazarlarından biridir. Elena Ferrante’nin eserlerinde ise Ferrante’nin hem kadın kimliği, hem de entelektüel kimliği ön plana çıkmaktadır. Ferrante’nin eserlerindeki kadınlar da çoğunlukla entelektüel anlamda kendini fazlasıyla geliştirmiş kadınlardır. Bu kadınların sosyal yaşam ve iş dünyasındaki yazar, çevirmen, öğretmen gibi rollerin yanı sıra, anneliklerini sorgulayan kadınlardır. İşte bu yüzden Elena Ferrante, Yasemin Çongar’la yaptığı söyleşide diyor ki: “Ben ortak tecrübeleri, ortak ıstırabı anlatıyorum ve en büyük kaygım, yarayı saran gazlı bezi katman katman sıyırmayı ve o yaranın doğru anlatısına varmayı becerebileceğim bir ton bulmaktır.”

Elena Ferrante’nin eserlerinde kadınlarla ilgili oldukça geniş yelpazede anlatılar mevcuttur. Belalı Aşk adlı eserde, annesinin ölümünün ardından Napoli’ye dönen Delia adlı karakter, annesi Amalia’nın ölümünden sonra nedenlerini araştırırken, aslında çocukluğunda ve genç kızlığında karşıt tavır geliştirdiği, zaman zaman olumsuz fikirlere sahip olduğu annesinin hiç de düşündüğü gibi bir kadın olmadığını anlar. Annesini eleştirirken sonradan annesinin kıyafetleriyle geçmişe doğru anılarda duygusal bir yolculuğa çıkan Delia aracılığıyla anne-kız ilişkisi, ailede babanın rolü ve patriarkal düzenin dayatmalarının etkileri, tacizler,  aile içi şiddet,  kadının kıyafetler aracılığıyla kimlik ve benlik algısı da gündeme getirilir. 

Delia’nın annesini suçladığı geçmişteki anılarla birlikte, annesinin davranışlarını yetişkin bir kadın olarak değerlendirdiğinde, kadın erkek ilişkilerinde kadınların birey olarak toplumda erkekler tarafından hem tacize uğrayan hem de ilk suçlanan taraf olduğunu anlar. Babasının eski iş ortağı Caserta’nın evinde annesinin tayyörünü incelerken, annesiyle kendisi arasındaki farka odaklanan Delia, annesiyle tamamen zıt karakterdedir. İşte tam da bu yüzden Delia, gençliğinde çok çekici ve alımlı bir kadın olan annesini ve müdahalelerini hayatından çıkartmak istemiştir. Oysa annesi, ölmeden önce ona güzel bir hediye bırakmıştır; kızına kendi elleriyle veremese de, Delia üzerindeki etkisi onu sorgulamalar, kimi zaman da çözümlemelere yöneltmiştir. 

Sen Gittin Gideli adlı eserinde zor dönemlerden geçtikten sonra kadınların hayatta kalma mücadelesini yansıtan bir kadın figürü ile karşılaşırız. Kocası tarafından terk edilen ve iki çocuğuyla birlikte ayakta kalmaya çalışan otuz sekiz yaşındaki Olga, çevirmenlik yaparak hayatını kazanmakta olan, kocası Mario, on yaşındaki oğlu Gianni ve yedi yaşındaki kızı Ilaria ile Torino’da yaşayan bir kadındır.  Bu hikâyede sadece terkedilme sonrası duygusal ve ekonomik mücadele değil, çocuklarıyla olan ilişkisinin de bir kadının yaşamını nasıl etkilediği detaylı bir şekilde anlatılır. Belalı Aşk adlı eserde kadın figürlerden şiddete maruz kalan Amalia’nın anneliği ön plana çıkarılırken, Sen Gittin Gideli adlı eserde Olga,  kızının duygularını anlayabilen ve kabullenen, günümüze daha yakın bir anne figürüdür.  

 Kumsalda Bir Gece adlı çocuk kitabında da Elena Ferrante, oyuncak bebek Celina’nın “annesi” saydığı Mati’den uzakta, bir tehlikeden diğerine sürüklenen serüvenini anlatırken yine oyuncak bebekler aracılığıyla şahsına münhasır bir annelik eleştirisi gözlemlenir. Bir de buradaki en önemli noktalardan biri de, Ferrante’nin bu eseri her ne kadar bir çocuk kitabı olsa da, yazarın bebekler, özellikle oyuncak bebeklerle ilgili takıntısını bir kez daha gözler önüne seriyor. Hemen hemen her eserinde bir oyuncak bebekle karşılaşılır. Oyuncak bebeklerin genel simgeselliğinden çok Ferrante’nin vazgeçilmezlerinden biri olarak eserlerinde kaybolma sahneleriyle tanıdık bir anlama bürünüyor; kaybetme ve terkedilme korkusu. Zira Ferrante’nin pek çok eserinde psikolojik çözümlemeler de yer almaktadır.  

Karanlık Kız adlı öyküsündeki kadın figürü de oldukça mücadeleci bir kadındır.   İngiliz Edebiyatı öğretmeni Leda, kızlarının Kanada’ya babalarının yanına gitmesinden sonra tatile çıkar. Buradaki kadın figür Leda; kumsalda karşılaştığı bir annenin kızını bulmasına yardım ederken, o kız çocuğunun kumsalda kaybettiği bebeği gizlice alıp evine götürür ve oyuncak bebek aracılığıyla anneliğini, kızlarıyla olan ilişkisini sorgular. Gebelik süreci, anne-kız ilişkileri, oyuncak bebekler, kadının toplumdaki yerine odaklanır.  Leda ve kumsalda tanıştığı genç anne iki önemli figürdür. Bir anne kızı kaybolunca nasıl telaşlanırsa, bir kız çocuğu da oyuncak bebeğini kaybettiğinde annelik içgüdüsüyle kendini bebeğini aramaya verecektir. Lakin bir oyuncak bebeğe baktığında kendi gebelik süreçlerine yönelik retrospektif bir “zamanda yolculuk” yapan kaç kadın vardır? Annelerin klasik cümlesine tekrar bakalım: “anne olunca anlarsın...” İşte burada da, küçük bir kız çocuğu oyuncak bebek aracılığıyla bile “anne olunca”, onu sonsuza dek kaybetmekten çok ama çok korkuyor. 

Napoli Romanları adlı eseri kırk dokuz dile çevrilmiş, İtalyan, İngiliz, Avustralyalı, İspanyol, Türk edebiyat eleştirmenleri kendisi Elena Ferrante eserleriyle ilgili pek çok yorumda yazarın başarısını vurgulamıştır. Dört kitaptan oluşan Napoli Romanları Türkçeye Eren Cendey Yücesan tarafından kazandırıldı. Ferrante’nin adından bu kadar çok söz ettiren başarısı ise dil ve anlatıdaki ustalığının yanı sıra romanlardaki kahramanlarla okuru ortak bir alanda buluşturmasına dayanır. Ferrante, bunu nasıl başardı? 

Napoli Romanları’nın iki kahramanı Lila ve Lenù, 1944 doğumlu, çocuklukları, ilk genç kızlık, orta yaş ve yaşlılık dönemleri boyunca kâh birbirlerinden ilham alarak, kâh birbirleriyle yarışarak birlikte altmış yılı devirirler. İki arkadaşın özellikle çocukluk dönemi çok zorlu geçer, ancak yaşadıkları zorluklar onları kamçılar. Şanssızlıkları ise yaşadıkları dönemde, günümüzde erkek egemen toplum baskısına, aile baskına ve aile içi şiddete maruz kalmış olmalarıdır.

 Son yıllarda Türkiye’deki kadına şiddet oranındaki artış haberlerini de dikkate alırsak, Lila ve Lenù’nun yaşadıkları bize hiç de yabancı değildir. Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım adlı ilk kitap 2018 yılında yönetmenliğini Saverio Costanza’nın üstlendiği L’amica Geniale (My Brilliant Friend) adıyla sekiz bölümlük bir dizi olarak yayınlandı ve diğer kitaplar için de çekilmesi beklenmektedir. Ferrante’nin eserlerindeki tüm kadınlar, toplum baskısına karşı çıkmak adına birçok zorlu yoldan geçerler ve özgürlük mücadelelerinden asla vazgeçmezler. 

Ulusların özgürleşebilmesi için, önce kadınların özgürleşmesi gerekir. Kadınlar fikirlerini özgürce ifade edebilecekler ki yeni neslin genç beyinlerini, Mustafa Kemal Atatürk’ün de dediği gibi fikri hür, vicdanı hür gençleri, kimlik ve benlik sorununu aşabilmiş bilinçli anneler okuldan önce eğitebilsin. Öykülerde, masallarda kurtarılmayı bekleyen prensesler yerine tüm insanlığı kucaklayan bireylerin öyküsü okunmalı.

İşte bu yüzden iyi eğitmek gerek kadınları, kız çocuklarını, erkek çocuklarını; toplumun tüm bireylerini. Masallarda beyaz atlı prens kızı kurtarır ya hep, bu eserlerde kızlar ilk önce mecburi evlilik yapsalar da sonradan beyaz atlı prensin gücüne değil kendi emeklerine sığınır. Ferrante’nin kadınları prens ve prenseslik, kapitalist dünyanın sunduğu elbiseler, mücevherler, gelinlik yerine gerçek aşk ve kariyerini önemseyen kadınlardır.

 

Yeni hikâyeler yazılmalı; kadın ve erkek rollerinin okurları ayrımcılığa sürüklemediği ve eski hikâyeler yeniden yazılmalı; içinde savaşların olmadığı,  güçlü kahramanların en büyük becerisi kütük değil, çaresiz hayvanlara su ve yiyecek taşıyan kahramanların öyküleri sarmalı dört bir yanımızı. Çünkü doğayı seven, ona şefkatle dokunabilen her birey kadına, çocuğa, toplumun tüm bireylerine de sevgiyle yaklaşmayı öğrenir. Doğada hiçbir canlı, kendi türünden olan başka cinse tecavüz edip entelektüel şair-yazar ya da din adamı maskesine sığınmıyor.  

Tabii ki kadın olmak, sadece Türkiye ve İtalya sınırlı değil. Ferrante’nin ülkesinin sınırlarının ötesindeki yüreklere dokunan başarısı, dünyanın neresinde de olursa olsun, kadınların yaşadıklarının benzerliğidir. Kadının statüsü ne olursa olsun dünyanın birçok yerinde taciz ve tecavüze uğrayan kadınlar var. Ataerkil gücün karşısında, kimseyi ötekileştirmeden direnmenin en güzel yolu, Ferrante’nin yaptığı gibi kadınların hikâyelerini, “ortak ıstırabını” sanatla dile getirmektir.

Lila ve Lenù eğitim alanındaki kısıtlamaların yanı sıra, evli ve çalışan kadınların maruz kaldığı pek çok sorunla yüzleşmek zorunda kalmışlardır. Fakat her iki kadın kahramanımız da, evliliklerinde bireyselliklerini korumak adına, evliliklerini devam ettiremeyecekleri noktada kocalarını terk ederler. Özellikle Lila, evliliğin kadın için bir garanti olmadığının, hatta kadının da evlilik çatısı altında erkeğin, parayla satın alabileceği eşyalardan biri haline geldiğini fark eder.  Evlendiği sırada başarılı bir yazar olan Lenù’nun romanı, bazı eleştirmenler tarafından sadece “cesur sayfalara” indirgenir, hatta mahalledeki kız arkadaşları bile yazdıklarını “müstehcen” bulurlar. Ferrante’nin eserlerinde üç kuşağa yayılan kadın portreleri görürüz. Lila ve Lenù’nun anneleri kocalarından korkan, pasif kadınlardır. Esas kahramanlarımız ise aile ve mahalle baskısına boyun eğmemek adına direnirler. Fakat onların da çocukları, özellikle Lenù’nun kızları çocukluk ve ergenlik dönemlerinde ona da türlü zorluklar yaşatır. 

Anneliğin anneler gününde yüceltildiği, fakat aile içinde şiddetin eksik olmadığı, dokuz yaşındaki bir çocuğun, mahkeme öncesi tacizcisini görmeye kalbinin dayanmadığı, çocuk ve kadına tecavüz edenlerin serbestçe gezip iki ay sonra başka çocuk ve kadınlara tecavüz ettiği bir ülkede yaşıyoruz. Masallarda prens ve prensesler, kahramanlar; gerçek hayatta ise çocuk gelinler ve din âlimlerinden (!) korkan oğlan çocukları var. 

Ferrante’nin Bir Yazarın Yolculuğu-Frantumaglia adlı eseri ise ilk olarak 2003 yılında yayımlanmış ve daha sonra yazışmalar çoğaldıkça içeriği de genişlemiş. Türkçeye çevrilen eser üç bölümden oluşur. Frantumaglia adlı eserin ilk bölümünde Ferrante’nin, 1991-2003 yılları arasındaki yazışmalarda odak noktası Belalı Aşk ve Sen Gittin Gideli adlı kitaplardır. İkinci Bölüm, 2003-2007 yılları arasında, Bir Yazarın Yolculuğu - Frantumaglia adlı eserin yayımlanmasından sonraki röportajlar ve mektuplarda Ferrante’nin, kimliğine dair konuları ele alır.  Son bölümü ise 2011-2016 yılları arasındaki yazışmaları kapsar. 

Tesadüfi Buluşlar adlı son eseri de Ferrante’nin The Guardian gazetesine yazdığı denemelerden oluşmaktadır. İllüstrasyonunu Andrea Uccini’nin üstlendiği bu eserde Ferrante bir yazar ve bir anne olarak okurlara iç dünyasına dair oldukça samimi satırlarla seslenmektedir. Bu eserde sade, yalın bir dille seslenen Ferrante’nin içtenliği satırlarına berrak bir nehir akıcılığı kazandırırken, okuru hem yazarın dünyasına yakınlaştıran, hem de okuru ferahlatırken düşünmeye sevk eden bir etkiye sahiptir.

Ayrıca, bu yazının sonunda Elena Ferrante eserlerinin çevirmeni Eren Yücesan Cendey ile gerçekleştirilmiş bir röportaj da, bir eserin çeviri sürecini ve çevirmenliğin değerini anlamamıza yardımcı olacaktır. Zira bir eserin çevirisi, orijinal dilinde okurlarla buluşması kadar önemlidir. 

Yazının devamı