Gastro-felsefe

Yazar : Ayhan CÖNER

Gastro-felsefenin bir akım olarak yorumlandığına şahit oluyorum.

Zaman hızla akıyor. Bu akışın içerisinde gittikçe yoğunlaşan bilgi bombardımanı altında, temiz bilgileri kirli bilgilerden ayırarak bilinci yükseltme esasına dayanan Gastro-felsefe üzerine çalışmalarım da süratle devam ediyor. Farklı çevrelerde yaptığım sohbetlerde Gastro-felsefenin bir akım olarak yorumlandığına şahit oluyorum. Akım dendiğinde akla ilk olarak sanat, felsefe, edebiyat gibi konular geliyor. Diğer yandan fizikte kanun niteliğinde olan akımlar da var. Bu vesile ile Gastro-felsefeyi net ve doğru tanımlayarak ifade etme görevini yerine getirmem gerektiği de aşikar. O halde başlayalım. 

Yemek yiyen filozoflar (Dining philosophers)

 

 

Tüm bu bilgileri bir araya getirerek Gastro-felsefe’yi kitap olarak bastırmaya da karar vermiş bulunuyorum. Bu haberi siz değerli okurlarımızla paylaşmanın sevincini yaşıyorum. Kitap için bana birkaç ay daha süre lütfen.

 

Yılın son çeyreğine girdiğimiz Ekim ayı makalemde gelin nereden gelip nereye gidiyoruz sorusuna cevapları birlikte arayalım.

 

İsveçli gazeteci yazar Katrine Marçal’ın 2012 yılında kaleme aldığı, “Adam Smith’in yemeğini pişiren kimdi?” kitabı, ekonomide kadının görünmez elini, klasik iktisat teorilerine karşı antitezler ortaya atarak anlatan çok değerli bulduğum bir kitap. Kitap iktisadın temel sorularından biri ile başlıyor; “Akşam yemeğiniz sofraya nasıl geliyor?” 

Ev hanımlarının ve annelerin mutfakta yemek hazırlamasını temsilen Julie Child

Fırıncı, manav, bakkal, kasap bizi çok seviyor diye akşam soframıza ekmek, süt, etli bir yemek kendi kendine gelmez değil mi? Bu gıda ürünlerini kişisel çıkarlarından dolayı satarlar bize. Adam Smith'in  serbest piyasası da işte bu kişisel çıkarı merkez alarak iktisadi bireyi yarattı. Ancak sorunlardan biri iktisadi bireyin sadece erkek olması. Kadınların gün boyu yaptığı ev işlerinin ekonomiye katkıları hiçbir zaman hesaba katılmadı. Ne tuhaftır ki, iktisadi bireyi yaratırken Adam Smith her akşam sofrada önüne sevgi ile ona yemek hazırlayıp koyan annesine bakmayı, onun katma değerini hesaplamayı göz ardı etti. İşte o iktisadi birey de yakın tarihimizde maalesef ekonomik krizleri ve büyük buhranları yarattı.

Megatrends 2000 - John Naisbitt ve Patricia Auberdene (ilk baskı 1982)

Çeşitli cezalar veren, denizleri bölen, çalıları yakan, dağları oynatan Ulu Yaradanın müdahil olduğu durumdan yaklaşık 3 milenyum sonra işler çok değişti. 1982 yılında John Naisbitt & Patricia Auberdene’in Amerika’da çıkardığı Megatrends 2000 adlı kitabı yeni milenyumda dünyamızda neler olacağının haberlerini verir nitelikteydi. Nitekim 1989’da Berlin duvarının yıkılması, 1991 ‘de Sovyetler Birliğinin ve hemen ardından Yugoslavya’nın bölünmesi  ve  uzun zamandır sanki en ince detayına kadar planlanmış gözüken “Küreselleşme” ya da “Globalleşme” hikayesi ile adeta kendi kendine işleyen bir dünyaya geçildi. 2001’in 11 Eylül günü ise dünyada artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını ifade ediyordu. Bugünlerde ise dörtnala dijital aygıtlaşmaya doğru giden dünyamız bir çok farklı alanda alarm veriyor. Verir tabii. İnsan gücü bir çok endüstride yerini robotlara ve bilgisayarlara bırakıyor. Sinsi bir şekilde bugüne dek gelen işsizlik artık kendini saklayacak bir yer bulamıyor.  Akşam yemeğinin sofraya gelebilmesi için kolları sıvıyor sıvamasına insanoğlu ama hala kadının ekonomideki görünmez elini hesaba katmıyor. Bir bilinç uyanışının ve yükselmesinin bireyden topluma çok ama çok daha hızlı yayılması gereken bir dönemde, açlık-obezite, kıtlık-israf, organik-gdo zıtlıklarının arasındaki fark sanki daha da açılıyor. İnsanoğlunun doğru bildiği yanlışların sayısı dehşet verici şekilde artış gösterdi. Belki de bu yüzden 3 bin sene önce çeşitli cezalar veren, denizleri bölen, çalıları yakan, dağları oynatan ulu yaradan kendini global iklim değişiklikleri ile sık sık, hatta hemen her gün hatırlatmaya başlamadı mı? İktisadi bireyden topluma dönmez isek, sadece bir başka büyük buhrana değil; büyük bir afete gidiyor gibiyiz. 

#globalclimatestrike temsili bir resim

16 yaşındaki İsveçli genç aktivist Greta Thunberg 20-27 Eylül 2019 arası tüm dünyada (#globalclimatestrike) küresel ısınmaya karşı gelecek için cumalar adında bir eylem başlattı. Tüm dünyada eşzamanlı bir eylem başlatabilmek öyle her yiğidin harcı değil. Bu sebeple amacımızdan sapmamak adına Greta’nın arkasında George Soros’un, hatta devlet adamlarının olduğunu söyleyen komplo teorisyenlerine bu yazıda değinmek doğru olmaz. Bu teori doğrudur veya yanlıştır. Ancak Greta’nın söyledikleri çok çarpıcı. Özetle; dünyadaki genç neslin aldatılarak geleceğinin göz göre göre hangi cüretle yok edildiğininin hesabını sorup, aktivistlerin eylemlerinde başarısızlığa uğramaları durumunda dünya liderlerini hiç affetmeyeceklerini söylüyor BM’de yaptığı konuşmada. Dünya nüfusunun kırmızı et ihtiyacını karşılamak üzere büyükbaş hayvan çiftliklerinin çekirge sürüsü misali artması için ormanların yakılarak ve kesilerek büyük katliamlar halinde ağaçların kurban verilmesi hangi öğretinin bir parçası?  Diğer yandan denizlerin pislenmesi, ekolojik tüm dengelerin bozulması, buzdağlarının erimesi, volkanik patlamalar, kasırgalar, depremler gibi felaket haberleri karşısında kolları sıvayan insanoğlu sayısı ile, basireti bağlanmış olan insanoğlu sayısı arasında hala çok ciddi bir fark var.  

16 yaşındaki İsveçli çevreci aktivist Greta Thunberg

Dünyada bu olup bitenlere bakınca Greta’nın, bizlerin iyi hissetmesini sağlamak için ortaya çıkmış bir melek olduğunu düşünmeden edemiyor çoğumuz. Greta aslında belki de farkına varmadan Adam Smith’in iktisadi bireyini hedef alıyor. 30 sene önce ekonomide küreselleşme düğmesine basan dünya liderleri şimdi bakalım hangi düğmeye basacaklar? Son zamanlarda birçok ülkenin sınırlarında binlerce kilometre uzunluğunda yüksek duvarlar örülürken, Greta’nın başı çektiği bu eylem hangi duvar veya duvarları yıkacak, nasıl bir çevrecilik oluşacak hep birlikte göreceğiz. 

 

Çevreyi algılama şeklimiz genetik aktivitemizi değiştiriyor. Belli ortamlara şartlandırılan insan davranışlarını bu yönde geliştiriyor. Bunun en basit örnekleri arasında elinde sürekli cep telefonu ile yürümek, mütemadiyen kulaklık takarak müzik dinliyor olsak ta aslında dış dünya ile ilişkiyi kesmek, metroların  giriş ve çıkışlarında basamakları inip çıkmak yerine yürüyen merdivenleri tercih etmek, kötü kavrulmuş ve lezzetten son derece uzak karton bardakta servis edilen kahvelerin araç, ancak kahve sunulan yaşam alanında mevcut olmanın amaç olduğu çeşitli kahve zincirlerine olan bağımlılık, restoranlar da tüketilen yemeklerin içeriğini sorgulamayan ancak tabağın 1001 farklı resmini çekerek beğeni peşinde koşma alışkanlıkları gibi davranışları sayabiliriz. Evet zaman içinde yerleşen bu davranışlar genetik aktivitelerimizi etkiliyor. Bunların hepsinin birer sorun olduğunu kabullenmek ise hala umudun olduğunun bir göstergesi. Bu yüzden kalıtımlarımızın kurbanları olduğumuz düşüncesine son vermeliyiz. Hayır kalıtımlarımızın kurbanları değiliz. Eski bir Kemetik Atasözü der ki; "VÜCUT tükettiğimiz GIDA'lara, DÜŞÜNCELERİMİZ de RUH'umuza dönüşür." Bugün etsiz et, genetiği yabancılaştırılmış gıda, melodisi olmayan müzik, kalemsiz kağıt, düşünmeyen zihin, sorgulamayan nesiller ile yeni bir 'Vitrivius Man', yani sözüm ona yeni bir “Rönesans” yaratılıyor. Ruh (üst bilinç) ise bu durumda malesef elden gidiyor.

Vitrivius Man’in temsili Robot versiyonu

Ruhun ölümsüzlüğünü esas alırsak bu robotik rönesansın manipülatif olmanın ötesine geçmesine biraz daha vakit var. Ezelden beri kusursuzluk peşinde koşan insanoğlu kendi kusurlarını robotlarda gidererek ve onları vekil tayin ederek ebediyete koştuğunun farkına varmaya belki de başladı.

 

Peki iyi haber yok mu hiç ? Olmaz mı! M.Ö. 500’lü yıllarda “İnsan diğer canlı varlıkların acımasız yok edicisi olduğu sürece sağlık ve barış nedir bilmeyecektir” diyen Pisagor’un bu sözü bizlere gıdanın düşünceyi, düşüncenin de ruhu değiştireceği gerçeğine dikkat çekiyor. Sezgici, determinist ve rasyonel yaklaşıma sahip Slow Food’cular, Hindistan da asırlardır uygulanan veganlık dahil onlarca farklı vejeteryan beslenme çeşidini nihayet yeniden keşfettiler. 

 

“Y” ve “Z” kuşaklarının pozitivist, pragmatist, senkretist, ütilitarist yaklaşım gösteren temsilcileri, iyi yaşamcılar, yogiler, susuz-topraksız–ilaçsız tarım yapanlar, özetle yüreklerinde sevgi dolu halde tüm insanlar ve insanlık için eylemde bulunanlar, iyi insan olmayı merkeze alarak, bu yaşam tarzını büyük kitlelere yayma ve özümüze dönmeyi empoze ediyorlar. Sadece zihnimizde tam olarak sorunu çözemediğimizi düşündüğümüzde, meditasyon nasıl yapılır bilmiyorum, konsantre olamıyorum dediğimizde, temiz gıda tüketmenin – özel diyet uygulamanın, haftada iki spor yapmanın yetmediğini görerek ruhlarımıza tekrar sahip çıkmamız için “Maddeden manaya” beslenmemiz gerektiği gerçeği karşımıza çıkıyor. 

 

Ölmeden ölüp, doğru bildiğimiz yanlışları arkada bırakıp, yeniden doğmamız gereken bir vakitteyiz. 

Greenpeace böcekleri reklamı – Moskova DDBO ajansı 2007

Ölmeden ölmek ve yeniden doğmak ise maddeden manaya beslenmenin her halini ancak öğrenerek olabilir. Fizyolojik beslenmenin yetmediğini hepimiz biliyoruz. Üstüne üstlük GDO (genetiği ile oynanmış) bitkilerin DNA'sının böceklerin, hayvanların ve hatta virüslerin genlerini içerdiği ihtimalini son 15 yıldır sıklıkla duyuyoruz. “Ne yediğinizi biliyor musunuz?” sloganı ile DDBO’nun Moskova ajansı bununla ilgili Greenpeace adına çok güzel bir reklam kampanyası yapmıştı. Ne kadar bilinç uyandırdı ölçümlemek pek mümkün değil. Ancak bugün güven vermesi istediği için üzerinde “Bio”, “Organik”, “Ekolojik” vs etiketli bir çok ampirik ürüne bakarak sağlıklı beslenmeye çalışmanın getirdiği materyalist ayrıma, Sokrates’in öğrencisi ve “Hazcılık” (hedonizm) akımının öncüsü Aristippos bugün yaşasaydı ne derdi acaba? Her davranışın nedeninin altında mutlu olma isteğinin yattığını, hazzın insanı insan eden duygu olduğunu, gerçek hazzın ise sürekli olduğunu ve buna da bilgelikle ulaşılabileceğini belirten Aristippos’un Kirene okulu zamanı GDO gibi sorunlar yoktu. (O dönemin filozoflarının aynı zamanda birer aktivist olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz.) 

 

Nietzsche eseri Zerdüşt’te tanımladığı “übermensch” (Süpermen ya da  üstinsan) bir robot değil, insanın kendisi olduğunu ve tek bir insanın tüm insanlığı kurtarabilecek kapasitede olduğunu ifade ederek aynı zamanda kendi hayat görüşünü de okuyucularına yansıtır. Ben gelecekten Nietzsche kadar umutluyum. Bu yazımın son sözü de o halde Nietzsche’den olsun: 

 

"Derisini değiştiremeyen yılan ölür. Düşüncelerini değiştirmesi engellenen akıllar da, akıl olmaktan çıkarlar."

Yılan avlayan kartal resmi

Gastro-felsefe yazılarım ile ilgili varsa soru ve yorumlarınızı bana yazmanız iletişimimizi daha da güçlendirecektir. Bunun için ac@ayhanconer.com  adresimi kullanabilirsiniz.  

 

Sevgiyle kalın.